Kâğıdın sağ köşesine bir küçük fotoğraf iliştirilmiş. Hararetli bir kalabalığın orta yerine yerleştirilmiş bir bankta oturan, küçük bir kız çocuğunun fotoğrafı… Ufak bedenine tam gelen, bilakis üstünde emanet gibi de duran sarı renkli, kırmızı desenli bir tulum ve üzerine geçirilmiş bir de, yanaklarından daha kırmızı olmasın, bir kapüşonlu… Saçları kısacık, tarak görmemiş, güneş ışığı ile sanki kınalı yapıncak. O kadar büyük ve içten gülümsemiş ki; gözleri küçücük kalmış, dudakları gerim gerim, yanakları kocaman… Dahası uzun ince kaşları, küçücük burnu, büyükçe kulakları ile de tıpkı bir çizgi film karakterini andırıyor. Hemen yamacına bir kadın oturmuş, küçük kıza doğru eğiliyor. Bir eli küçük kızın sırtında, gözleri minik yüzünde. Kadın da eş değer büyüklükte ve içtenlikle gülümsemiş. Bakışlarındaki sevgiye, gülüşündeki gurura bakacak olursak kuzunun anası gibi duruyor. Zira analar, kuzularının kokuları baş ucunda bulunur hep. Sonra bir an fotoğraf canlanıyor sanıyorum. Gözlerimi kırpıştırıyorum. Bankın etrafındaki insanlar yürümeye devam ediyor. Fotoğraf sahiden de canlanmış! İnsanlar yürüyor, rüzgâr esiyor, kıştan kalma serinliği ile bahar havası doluyor burnuma. Anası daha bir sarıyor ufak yavrusunu ve o da anasına daha bir sokuluyor. Tam bu noktada zamanda bir aksaklık oluyor, fotoğrafın akışı duruyor. Şimdi ise kâğıdın sağ köşesinde, hararetli bir kalabalığın orta yerine yerleştirilmiş bir bankta, birbirlerine sokularak oturmuş, küçük bir kız çocuğunun ve bir kadının fotoğrafı ilişik. Aksaklık düzeliyor ancak fotoğrafın akışı sabit. Uzaktan, çok uzaktan gelen birkaç nota sesi duyuyorum. Sesler yaklaşıyor. Bu bir kalimba melodisi. La. Sol. Fa. Sol. Mi ve sanki notalar arttıkça bir masal yankılanıyor kulaklarımda, bir varmış bir yok olmuş bir kadın hakkında:

“Bir varmış bir yokmuş. Çok değil, bundan sadece 18 sene evvel bir adam uyanmış uykusundan alelacele. Ayaklarını sıyırmış karısının, karının ayaklarının arasından. Kış aylarında ekinleri sıcak tutan karmış sanki karısının ayakları, adamın dört mevsiminde. Kar da kalkmış dağ uyanınca. Alelacele. Apar topar toplanmış eşyalar, apar topar geçirilmiş üstlere kıyafetler. Dersiz topsuz bırakılmış ev, içinde iki çocukla beraber. En acısı da ne apar topar ne dersiz topsuz vedalaşamamış dağ ve onun karı, onların çocukları… Saniyenin küçücük bir yerine sığdırırmış hayat sürprizleri ve tesadüfleri ve bu süreden fazlasını çok görürmüş bazı zamanlar ölümlülere. İşte bundan 18 sene önce çok görmüş bu dört ölümlüye. Saniyenin küçücük bir yerine bile sığdıramamış bu ölümlüler vedayı. Daha acısı ise dağ hiçbir zaman zarfına sığdıramamış karına olan sevgisini. Öyle çokmuş, öyle çokmuş ki sevgisi, sığmamış işte sığamamış. Dağın suçu değilmiş bu; karı öyle yüce, öyle sevilesi imiş ki keşke, dermiş kimi zaman dağ, keşke bundan daha fazla sevseydim seni karım. O gün, beşinci ayın yedinci günü, var olan keşkeye bir yenisi daha eklenmiş. Keşke, demiş adam, “Keşke saniyenin bütün küçücük yerlerinde söyleseydim sana, seni ne kadar çok sevdiğimi. Karım. Canım. Güvercinim.” Adam keşke demiş zira karı, o gün sahiden de bir güvercin olmuş. Uçmuş, gitmiş. Uzağa, çok uzağa; dağların doruklarından öteye, Ayyuk'un henüz var olmakta olduğu yere. Dağ karsız kalmış. Don vurmuş ekinlerine kış ayları. Buz tutmuş ayakları, dört mevsimin dördünde de. Derlermiş ki ne vakit bir yankı duyulsa dağlarda, ne vakit ekinine don vurmuş bir çiftçi ağlasa, ne vakit soğuktan titreyen bir adamın dişleri vursa birbirine; adam karısına ağıt yakıyor. Ne vakitse bir beyaz güvercin gökte takla atsa, ne vakit karlar dağların üstünü örtse, ne vakit ekinler yeşerse kara kışın ardı sıra; kadın kocasına, buradayım ben diyor. Korkma, buradayım. Ellerini tutuyorum sıkıca ve çocuklarımın sırtında birer kanat oldum, onları her şeyden koruyorum. Tıpkı bir kar misali senin üstünü örtmem gibi…”

Do. Re. Si. La. La ve nota sesleri uzaklaşmaya başlıyor.

Kâğıda iliştirilmiş fotoğrafın çekildiği o andan, çok değil, tam iki hafta sonra yazılmış bu masal. Baharmış… Şimdi o masaldan tam 18 bahar sonra yazıyorum bu yazıyı. Bunca bahar sonrasında değişen pek de bir şey yok. Hatta aslına bakarsak değişen tek bir şey var. Artık o beyaz güvercini beklemiyorum…

Çocukları kandırmak kolaydır, inanan çocuklarsa gerçekten çok sabırlıdır. Annem yaşadığı vakitlerde, iki yaşıma tekabül eden bir vakitten bahsediyorum, bir yere gidecek olsa beni anneanneme bırakırmış. Dönüş vakitlerini hep tahmine tutturur, kapıya çıkıp onu beklemeye koyulurmuşum. Küçük, bahçeli bir gecekondu evi hayal edin ve kapısında oturmuş, bekleyen küçük bir kız çocuğu. Öldüğü gün de ve hatta öldükten sonraki günlerde de onu beklemeye devam etmişim. Bu ölümü kabul etmeyen bir çocuğun tavrı değil. Bu annesinin öldüğü ve bir daha hiç gelmeyeceği söylenmeyen, bir işi olduğu ve işi bitince geleceği söylenen bir çocuğun tavrı. Geçen bir ayın sonunda, artık dayanamamışım ve yürekten, dedemden annemi getirmesini istemişim. Bu zorlu görevi ona yüklemişim. Çocuk aklımla sandığımdan da zorlu bir görevmiş bu. Zira kim yüreği parçalanmadan, annesini sabırla bekleyen bir kız çocuğunu annesinin bir daha hiç gelmeyeceğine inandırabilirmiş ki? Ama çocukları inandırmak kolaydır, inanan çocuklarsa sabırlıdır. Yaz mevsimi gelmişken, artık annemin bir daha hiç gelmeyeceğini biliyormuşum. Şimdi düşünüyorum da, keşke bahar hiç bitmeseymiş ve ben gerçeği hiç öğrenmeseymişim. Böylelikle bunca bahar sonunda değişen hiçbir şey olmazmış. Masal yazılmazmış. Kalimba melodisi yine duyulurmuş ancak bu defa şu cümleler yankılanırmış kulaklarda:

“Henüz çocuktum abimin kıyafetlerini giymeye başladığımda, üstümdekilere de bir bakın, ben hâlâ büyümemişim ve henüz çocuktum, insanların hatırında ilginç kıyafetlerimle kaldığımda, ne mutlu ki hiç yerimden oynamamışım. Henüz çocuktum kısacık saçlarım ve kocaman yanaklarımla etrafa gülücükler saçarken, şu işe de bakın siz, saçlarım hiç uzamıyormuş ve yanaklarım hiç küçülmüyormuş benim. Dahası ölümsüz bir gamzeler ordusuna sahipmiş dudaklarım…”

Çünkü çocuk henüz çocukken ölüm ne demek bilmezmiş, her şey ebedi imiş ve baharlar hep sürsünmüş.