“Tut ki gecedir

Karanlık sıvaşır ellerine camlardan”


Bahar esintisi okşuyor inceden tenimizi. Ev kadınları, evlerin perdelerini belli belirsiz bir suratla açıyor günün ilk ışıklarında. İçeri girmek için fırsat kollayan güneş ışıkları, birbirleriyle itişe kakışa dolduruyor salonun içini, hiçbiri ayakta kalmak istemiyor. Gürültü havada asılı kalıyor. Araba sesleri, motor frenleri, egzoz patlamaları, otobüsün düdük sesleri, otobüse yetişmeye çalışanların ayak tıkırtıları boşluğu dövüyorlar.


Süpürge sesleri dolaşıyor mahallenin içinde, temizlik kokuları sokağa çıkmak için fırsat kolluyor. Güneş evlerin tepesinde gözlerini dikip bakıyor koşturan insan kalabalıklarına.

Aşk acıları, ayrılık yaraları kadar önemsenmez çoğu zaman; sıradanlığın sıkıntısı bir başkadır. Gündelik telaşların içerisinde hep barınan, kavanozun dibinde kalan çay taneleri gibidir bu sıkıntı: Karanlığın içinde etraftaki eşyalara çarpmadan yürümeye çalışmaktır belki de. Karanlığın içinde olmak derken gece gelmesin kimsenin aklına. Eş gözükseler de gecenin marifeti karanlık olmasında değildir.


Sıradan sıkıntıların, gündelik telaşların arasında bulunan, gidilen en ferah sığınağın adı olur gece. Gece, ihanetin en büyük gerekçesi olduğu gibi saflığı, sahiciliği içinde taşır. Geceye rengini, sabaha karşı sokakta yankılanan kedi miyavlamaları, sahibi çoktan uykuya dalmış kapalı dükkanların aydınlattığı sokaklarda hızlı hızlı atılan adımların ritmi, huzursuz bir evden yükselen bağrış sesleri veriyor.


Pencerenin dibinde bir kadın, siyah bir çarşaf gibi gerilmiş gökyüzüne bakıyor. Maviliği aramıyor, güneşin sarısını görmek istemiyor. Önünde arasına kalem koyulmuş kitaplar, buruşturulmuş kağıtlar, birbirine dolanmış kirpiklerle gözlerini ovuşturuyor. Gecenin gizinin karanlıkta değil sessizlikte olduğuna inanıyor. Sokakları alakasızca dolduran onca sesin arasında bardakların birbirine çarpıp çınlaması, klavyenin sesinin sadece o saatlerde duyuluyor olması sessizliğin en büyük kanıtı değil mi?


Üzerine geceden başka bir şey almayanlar gecenin o tatlı esintisinde üşümeyi unuturlar. Evdeki tozlanmış eşyaları gecenin ortasında seçemeyenler, ihtiyarların dizlerini sıkarak uyandığı saatlerde, kelimesiz bir dili konuştukları can yoldaşıyla birbirlerinin gözlerini bulurlar, birbirlerine bakmadan.


Gözleri eylülü selamlayanlar, gözleri biraz da İstanbul’a çalanlar, neşe salıncağında yükseklik korkusunu gece unuturlar.


Gece en güzel eylülün içinde, yani biraz tedirginliğin ve huzurun biraz da gündelik sıkıntıların ve ceviz ağaçlarının sakinliğinin içinde, belirir.


Gece en büyük bilmecedir. Birbirilerine bakmadan gözlerini görenlerin, şiir gözlü olanların bir bakışta çözdüğü karmaşık bir bilmece…