Ben sana durulanmış kelimeler getirmiştim ama senin kulakların sağır. Ben kapıyı açık bırakmıştım ama senin ayakların seğirtmez benim yoluma. İşte sana upuzun bir mektup yazıyorum, "Gözlüğüm kim bilir nerede?" diyorsun. Sonra başını belli belirsiz sallayıp "Şurada dursun." diyorsun; "Acelesi yok, okuruz." Vazgeçiyorsun çünkü başın kalabalık, göğsün tenha. Senin kafanın içi mahşer yeri gibi ama kalabalığı aşıp kalbinin kuytusunda bekleyen bana bir türlü gelemiyorsun. Sonra, sonra bu defa sen okusana diyorsun. Öksürüyorum -inanma, yalandan yapıyorum.- Yutkunuyorum, bir nefes çekiyorum. İlk kelime adın. "Sen sigara mı içtin, sesin titriyor?" diyorsun. Beni, ne acı, artık hiç dinlemiyorsun.
Ben ne zaman anlatmaya yeltendim, sen hala yüzüme bakıp "Biraz daha bekleyemedin mi ölmek için?" der gibisin. Sen şimdi karşıma geçip,
"Senin verdiğin o çiçekler kuruyor, hep dökülüyor."
"Camı açmışsın buz kesti ev."
"Her yer kağıt, zaten el yazın okunmuyor." der gibisin.
Sen beni sevdiğini sanarken aslında benim yaşamamı erteliyorsun. İnan bizim için vakit geç, vakit geç kalmak için dahi çok geç. Sana yeni aldığım defterime sayfalarca mektup yazmıştım, sayfaların alt köşelerine kalpler çizmiş, o çok bayılmadığım fakat senin sevdiğin amberli parfümü sıkmıştım. Gelirsin diye üstüme seninle yürürken yük olmayacak hafif bir hırka almıştım. O korkunç sıkıcı tarih sahnelerini ezberlemiştim sana satmak için. Kitabımı kapatmış, başımı ellerim arasına sıkıştırmış, camdan dışarı öyle bakarak seni beklemiştim.
Dargınlığım, neşeye; kırgınlığım, bir genç kız heyecanına. Gözümün donuğu iki damla yaşa. Sana olan kızgınlığım özleme dönüşmüştü hani. Çiçek olmadığım halde yeşermiş, seni öyle beklemiştim. Bana niye gelmedin?
Kapı çaldı, bir özür notuyla kuru iki dal çiçek. Bir mesaj var senden, "Ben seni çok seviyorum." Ben de seni, seni çok seviyorum. Öyleyse Allah kitap aşkına, bana niye gelmedin?