Hepimiz televizyon tarafından eğitildik, mutlu sonla biten masallarla büyütüldük. Doğduğumuz günden itibaren bize özel olduğumuzu söylediler. Benzersizdik, yeteneklerimiz vardı ve bir amaç uğruna dünyaya geliyorduk. Herkes bizi farklı olduğumuz için seviyordu. Seviyor, seviliyor ve aşık oluyorduk. Aşk, bir insanın ömrü boyunca karşılaşabileceği en kutsal, en saf duyguydu. Aşık olduğumuzda karnımızda kelebekler uçuşurdu. Evlenir, çocuk sahibi olur ve huzurlu bir şekilde çocuklarımızın gelişimini izlerdik. Asla aldatmaz veya aldatılmazdık. Sevdiğimiz masallardaki prens ve prensesler kadar uyumlu ve güzeldik. Ve bir de arkadaşlık vardı. Kolayca başlar ve sonsuza kadar sürerdi. Asla kavga edilmez, kazık atılmaz veya küsülmezdi. Hoşumuza gitmeyen bir durum yaşanırsa eğer birbirimizi kolayca affedebilirdik. Asla ama asla birbirimize kin gütmezdik. Hayaller kurmalıydık. Ne istersek olabilirdik; önemli olan çok istemekti. Başarı basamaklarını birer birer tırmanacak ve gözümüze kestirdiğimiz avımıza ulaşacaktık. Nadir de olsa kendimizi üzgün hissedebilirdik fakat tutunacak bir dal bulacaktık hep. Çünkü hayat her şeye rağmen yaşamaya değerdi.

Son masal kitabımızı bitirip televizyonumuzu kapadığımızda bize vadedilen cenneti bulmak üzere yola çıktık. Çok geçmeden bildiğimiz her şeyin bir sadece yalan olduğunu anladık. İnandığımız bütün fikirler, düşüncelerimiz ve değerlerimiz çöldeki bir serap kadar gerçekti sadece. Özel değildik, aynı fabrikadan çıkmışcasına aynıydık. Farklı olanları hiç kimse sevmiyordu. Eğer bizde farklı bir şeyler, gizli cevherler varsa bile zamanla körelip yok oluyordu. Bir amaç uğruna dünyaya gelmemiştik. Aşk yalnızca bir illüzyondu, üremek için bulduğumuz bir yoldu. Evlenir ve bir noktadan sonra birbirimze tahammül edemez hale gelirdik. Arkadaşlık kurulması zor, bozulması kolay bir bağdı ve ölene kadar sürmesi çok nadirdi. Hayatımız çoğu zaman asla on ikiden vurulamamış bir hedef tahtasına benzerdi. Ne kadar istersek isteyelim bazı şeyleri asla elde edemezdik. Dünyayı kurtaracağımıza inanırken kendimizi masa başı bir işte bulurduk. Asla dünya barışını sağlayamayacak, Nobel ödülü alamayacak veya ünlü olamayacaktık. Bizim gibi insanlar asla gazetelerin manşetlerinde yer almazdı. Sadece üçüncü sayfada yer bulabilirdik.

Bunları fark ettiğimiz an affalladık. Bildiklerimiz ve yaşam pratiğine döktüklerimiz arasındaki uçurum gittikçe büyüdü ve tutunacak bir dal aradık. Doğu felsefelerini hayatımıza uygulamaya çalıştık. Stresten kaçmak için yoga ve meditasyonu denedik. Gerçeklikten kaçmak için her boş anımızda eski dostumuz olan televizyona koştuk. İçimizdeki boşluğu doldurabilmek için bizi daha başarılı biri yapacağını iddia eden kitapları okuduk. Küçük lükslere sahip olabilmek için çırpındık. İlgiye olan açlığımızı fotoğraflarımıza gelen beğenilerle doyurmaya çalıştık. Gözümüzde ilahlaştırdığımız insanların hayatlarına sahip olabilmek için didindik durduk. Eğer çabalarımızın sonunda bir amaç bulabildiysek hayatımızı üstüne çok fazla düşünmeden yaşamaya başladık. Fakat eğer hayatımızı anlamlandıramadıysak eskiden inandığımız içi boşalmış kavramlar arasında asılı kaldık. Çünkü bize asla bahsetmedikleri bir hakikat vardı. Gerçeklik acıtırdı. Ve bunu hepimizin yaşayarak öğrenmesi gerekiyordu.