Geriye dönenler, yine eski tazeliğiyle kalır mı? Peki ya dönüşenler? Eski tadı, tuzu kalır mı onların? İnsanın dönüşüm çabasının meyvelerini fazlasıyla verdiği bir çağda, mahallenin tam orta yerinde yaşıyoruz. Sanayi Devrimi’nin, dijital matbaanın ve teknolojinin zirvesini yaşadığı anlara şahitlik etmek, büyük bir ayrıcalık olarak karşımıza çıkıyor. Bu ayrıcalıktan nasibini alanlar olarak bizler, ayrıcalığın şartlarına ayak uydurarak koşar adım dönüşüyor ya da dönüştürüyoruz. Kendini özel ve ayrıcalıklı ilan etmenin tek şartı dönüşüm çünkü. Maazallah, ya geçmişte yaşasaydık nece olurdu halimiz değil mi?


Solungaçlarımıza teknolojiyi takmadan evvelimizi düşünmek bile çekilmez geliyor. Geçmişi silmek, unutmak, müzelere sıkıştırıp kültürel aktivite haline getirmek ve hatta ilkel bir dönem olarak bizleri oldukça şaşırtan bir mitoloji gibi anmak moda bugünlerde. Geçmiş, büyük bir israf uçurumunun eşiğinde, ziyan olan gençliğine bakarak, son nefesine kelimeişehadeti denk getirmeye çalışıyor. Geçmişimizi israf ettik. Geçmişimizi unuttuk. Sildiler hafızamızı bizim. Er meydanlarında sırtı yere geldi tarihimizin.


Mükemmellik geçiciydi ancak her yaşta mükemmelliği yakalamaya çalışıyorlardı. Dünya genelinde milyarlarca insan, kuru bir ağacın ''mükemmel'' adı verilen bir dalına, ömür boyu tutunma telaşı içerisindeydi. Peki bu dal ömür boyu taşıyabilir miydi insanı? Bunca yükü nasıl taşısın bu dal, elbet kırılıveriyordu bir yerde. O dal kırılınca insan birikintileri oluşuyordu ağacın kökünde böylece. Kuru bir ağaç dediğime bakmayın, eskiden böyle değildi elbette. Bu insan birikintilerinden dolayı kökleri kapanmış, ihtiyacı olan suyu alamaz olmuştu topraktan ve kurumuştu en nihayetinde. Su, hava ve toprak insan birikintilerinden dolayı kirlenmişti; ateş bile… Mükemmelliğin geçici olduğunu bile bile mükemmel olanı kirlettiler. Kadim ve ilahi olana savaş açtılar. Cennet hayaliyle yaşayıp doğayı cehenneme çevirmekteki ustalıkları, kötülük tarafından oldukça takdir ediliyordu. Etrafınıza bir bakın. Cennet gerçekten yaşadığımız çevre gibi midir sizce? Doğamızı israf ettik. Kibrimizle mükemmelliği ararken obur cüssemizle yedik, bitirdik, hazmettik doğayı. Ve böylece kendi doğamızı da yitirdik.


Bugünün insanı artık kürsünün ve hoparlörün kendisi olmuştu. Konuşacağı şey çoktu ve sesi daha gür çıkıyordu böylece. Birtakım erdem sözcükleri, sayfalarca metinler aracılığıyla, bezelye tanesi gibi birbirine benzeyen insanlara nutuk atılıyordu. Hep aynı kelimelerin tekrarı… Aynı olmasını ve hatta tekrar etmesini bile anlarım da ağızdan çıkanı hangi kulak duyuyor acaba? Kelime çoktu. Bu kelimeler anlamını yitirince israf oldu. Kürsü mü? Kürsü yerindeydi. Ses mi? Ses arşa kadar çıkıyordu. Peki heyecan, aksiyon ve mananın kendisi neredeydi? Kelime çoktu. Peki neden insanlar cümle kuramıyordu? Kelime çoktu. Peki neden insanlar anlaşamıyordu? Ağzınızdan çıkanı, kulağınız duyuyor mu arkadaşlar?


Kadim zamanlarda bilgi, en kıymetli hazineydi. Bilgiyi taşıyan bilgeler de yaşam kaynağı olarak görülürdü. Yani bilgili insan el üstünde tutulur, söylediği söz yüceltilirdi. O dönemlerde insana sadece insan olduğu için saygı duyulurdu. İnsan bir dünya, bir derya idi. Demem o ki insan insanın ümidiydi. Şöyle dönüp etrafınıza bir bakın. İnsan insanın kurdu oldu. Eşi, dostu, ahbabı, akranı, arkadaşı, yareni, yoldaşı, gardaşı teker teker israf çukuruna gömdük. Önceden dost biriktirilirdi, artık biriken tek şey madde. Soğuk ve katı.


Hızımızın kesilmediği, zamanla yarıştığımız bir maratonun içerisindeydik. Saatte bilmem kaç kilometre hıza ulaşıyorduk. Ses hızıymış, ışık hızıymış kesmiyor artık. Bir şey olacaksa hemen olmalıydı. Derhal! Bir yere gidilecekse koşarak gidilmeliydi, yürüyerek değil. Tempo! 24 saat olan şey 1 gün müydü, 1 yıl mı? Yetmiyordu zaman. Doymuyordu insan. Bir dostum vardı, zamanın kıymeti anca mezarda anlaşılır demişti. Zamana bile zaman ayırmamız gereken bir zamandayız. Sakin!


Bugün dünyada 8 milyarı aşkın insan yaşıyor. Bu 8 milyar insanın 1 milyar kadarı her gece aç yatıyor. 1 buçuk milyar insan sağlıklı içme suyundan mahrum yaşıyor. Her 9 saniyede bir, bir çocuk açlık nedeniyle ebediyete göçüyor. Dünya nüfusunun on mislini besleyecek şekilde üretim yapılmasına rağmen milyonlarca insan açlığın pençesinde. Dünyada 2 milyarı aşkın insan yoksulluk sınırının altında bir yaşam sürüyor. ‘’Yiyiniz, içiniz fakat israf etmeyiniz.’’


Sayısız soruna yol açan mevcut dünya düzeninde adaletten uzakta bir hayat yaşıyoruz. Bir taraftan tüketim çılgınlığı sarmışken etrafımızı, diğer taraftan açlıktan ölenleri görüyoruz. Hastalıklar artıyor. Hayvanlar ötekileştiriliyor. Farklılıklar yok sayılıyor. Çiçeklerin postallar tarafından ezildiği, gıdaların ve zihinlerin genetiğinin değiştirildiği, yuvaların bozulduğu; ölümün, istatistik biliminin konusu olduğu bir dünyada su, hava ve toprak kirleniyor; ateş bile... Baktık. Gördük. Tattık. Duyduk. Yeryüzündeki tüm canlıların adalete, merhamete, sevgiye, huzura, ahlaka, empatiye ve iyiliğe ihtiyacı olduğunu anladık. Bunların hepsi de birçok şeyin israf edilmesinin bir sonucuydu. Bu yüzden geçmişinizi, doğanızı, kelimelerinizi, dostlarınızı, zamanınızı ve azığınızı israf etmeyin.


Naçizane, geri dönüşüm kutusu kullanmayın. Çünkü geri dönüşüm kutusu, israf etme konforu sağladı. Bu zamanın en büyük hastalığı ise konfor denen şeyin kendisiydi. Şımarıklık, ego ve kibir de konforun yan ürünüydü. Bu hastalığa yakalanan vakalarda en çok israf etme belirtisi görülürdü. İnsanı sevin, eşyayı kullanın.


Temsilde israf olmaz değil, israf haramdır.


‘’Çünkü Allah israf edenleri sevmez.’’



Not: Katıldığım yazarlık atölyesinde ''israf'' kelimesi üzerine yazdığım bir denemedir.