Karşındaki sandalye boşmuş gibi
kafanı bile kaldırmadan boşluğa konuştun. ‘Kalkalım.’ Günü istediği gibi geçmemiş uslu bir çocuğun yapması gerektiği gibi onayladım. Onay beklemediğin belliydi. Yeterince uyumlu olursam bugünü yaşanmamış gibi bitirebilir ve yalnızlığıma kavuşabilirdim. Ne de olsa farklı ülkelerin kültürlerinin dillerinde yarattığı farkla ilgili açtığım muhabbet ilgini çekmemişti. Oysa ne söylesen onaylıcaktım. Önce üzerinde düşünüyormuş gibi yapıp sonra yeni fikirlere be kadar açık olduğumu farkettirecek şekilde onaylıcaktım. Yeterince ilginç olmama hissini üstüme attıktan sonra telefonuna baktın. Kahvelerin bitmesini hesap geçe o boşlukta ‘ kalkalım’ dedin. Önceden hazırlanmıştım zaten, bekletmeden, geride kalmadan komutu yerine getiriyim diye. Daha da uyumlu olup kendini neden benim yanımdayken bu kadar rahat hissettiğini sorgulayana kadar da buna devam etmekti planım. Diğer kızlardan olmadığımı anlayana kadar. Senin için yük değil, hep kabul edileceğin kucak olduğumu anlayana kadar devam edecektim. O kadar uyum içinde hayatında akıcam ki , beni farketmiceksin bile, asla kızdırmıcam seni. Her ihtiyacını sen daha farketmeden önüne koyucam. Uyumumuz öyle yumuşak akacak ki, yokluğumda sarsılacaksın. Her hareketimiz dansa dönüşsün diye hareketlerini kopyalayarak ben de hızlıca kalktım. Senin gibi gözlerim kapıdayken çantamı alıp sırtıma gönderdim. Senin gibi sandalyeyi masanın altına itip, bakışlarımı yukarda tutup ciddi bakışlarımı yakalamaya kapıya yöneldim. Arkamdan gelen var mı diye bakmadım. Beklemem gereken biri ile mi gelmiştim bu kafeye, düşünmedim, ilerledim. Yol kenarında kıvrılıp uyuyan kediyi sevmedim. Kitapçıya girip kiyapları karıştırmadım. Yandaki ufak dükkanda sürekli çalan melankolik şarkıya adımlarımı uydurmadım. Kalabalığa söylenmedim. Yeni sergiyi gezmedim. Elini tuttum ve yokuş yukarı yürüdüm. Sessizliğinde en ciddi, en entellektüel düşünceleri sakladığını biliyordum. Seni şaşırtacak kimsenin olmadığını sanarken, bi anda anlatmaya başlıcam toplayıp beklettiğim tüm o fikirlerimi. O zaman bakacaksın gözlerime, ‘acaba’diyeceksin. ‘ beni kurtaracak olan sen misin? ‘ . Birşey söylemeden göz kapaklarını öpücem. Benimle güvende hissedeceksin. Bana tapmaya başlayacaksın. O zaman sen sessizliğimden anlam çıkartmaya çalışacaksın. Değişik konular açıp dikkatimi çekmeye çalışacaksın. Ben gizemimi koruyacağım. Bilge doğa ana gibi hem kendini teslim edip hem de keşfetmeye çalışacaksın. Herşeyini bana adayacaksın, başka kimseyi düşünmeyeceksin. Sonra, sonrası önemli değil. O zaman seni alıp dağlara ormanlara götürüp anlatıcam hayatı nasıl hissettiğimi. Nasıl hayvanların benden kaçmadığını, ay ile dansettiğimi. İnsanın kötülüğünün kendini korumaya çalışmaktan geldiğini. Aslında varolanın bu beden değil de, bir orman gibi doğup büyüyüp ölen ama devam eden hayatın kendisi olduğunu. Ama şimdi, anlamadığından dalga geçersin. hayalperest dersin. Ya seninle hiç paylaşamazsam bunları? Hiç vakti gelmezse. Bu sıkıcı hayat sürer gidese ve bu girdap daha da derinleşir ve çıkamazsam? Dağlara ormanlara uzak kalırsam? Dayanabilmek için herşeyi hatıralarımda kalmış çok eski birisi ile yaşıyormuş gibi yaparsam? Yaşlanırsam yıllar böyle geçerken, bir düz yazı denemesine dönersem kimsenin sonuna kadar okumayacağı?