II

İstanbul gibi şehirler günün birinde terk edilmeye mahkumdur. Kimisi memleketine dönecektir, kimisi post modern bir dürtü ile bahçesinde daha fazla yeşili olan, Ege’de bir villaya taşınacaktır, kimisi de nereye olursa olsun gitmek isteyecektir İstanbul’dan. Uzatılmış bayram tatilleri böyle bir terk edilişin kısa bir dörtlüğüdür. İşte tam da öyle bir bayram sabahında Beşiktaş’a indim. Ben İstanbul şairi değilim, sokaklarını isim isim veremeyeceğim. Nereye oturacağımı, ne yapacağımı bilmeden dolaştım çarşı boyunca. İzin verirseniz kendimle çelişerek detaya ineceğim. Balıkçılar çarşının arkasındaki bir meyhaneye oturdum. Kadeh ve şişe arasındaki ters orantı pekiştikçe beynimi bir fikir, bir gerçek ve bir toprak yığını ısırmaya başladı. Bir zamanlar yaşıtın olan bir insanın şimdi abisi olmak... Zaman yalnızca yaşayanlar içindir.


Fikirlerim tehlikeli bir hal almaya başlayınca Osmanbey’e doğru yürümeye başaldım. Düzayak olsa belki ben de severdim İstanbul’u. Bu şehrin eğimli yolculukları düşünmeye daha çok vakit sağlıyordu. Sarhoş ayaklarımın beni neden evime değil de Osmanbey’e taşıdığını düşündüm yol boyu. Pangaltı’na kırılınca bedenim nedeni berrak bir hal aldı. Ona gelmiştim. Çünkü ölümün huzursuzluğunu ancak görünür bir bedenin ruhsuz kaldırımları yatıştırabilirdi. Evini hatırlamıyordum. Hatırlasam ne yapacağımı da bilmiyordum. Bir sokak köpeğinin evle trajik ilişkisi... Sokakta bir bara oturdum. Amacımı gerçekleştirmiş gibi davrandım. Aklıma Yusuf Atılgan geldi o an. Artık nereye varacağını bilmediğim bir kesişim uğruna mesken belleyecektim bu barı.


Kaçıncı sefer gidişimdi, hatırlamıyorum. Onu gördüm. Aynı kaldırımda başka yönlere taban eskitiyorduk. Hiçbir şey yapmadım. Ona yakın oldukça kelimelerin içi boşalıyordu. Birini artık sevmiyor olmanın nasıl bir şey olduğunu hatırlıyordum. Bazen gitmek, hiçbir şey yapmamaktır.