Her şeyin dört dörtlük olduğu yerden başım dik gezebileceğim ve gökyüzünü görebileceğim yere gitme vaktinin geldiğini içinde bulunduğum kamyonet kasasının her iki kapısınında kapanmasıyla anlamıştım. Olabildiğince paslı ve yağ içinde olan kamyonet kasası, neredeyse tüm vücudumu mülteci olmaya zorluyordu. Olmayan işaret parmağımda geçmiş günün kabuklaşması, gönlümde idealist bir kadının yüzünü unutmama çabası, aklımda ise Nevzat abinin söylediği sözlerin gönlüme karşı antikor üretme savaşı ile bilinmeyene yolculuk 4 5 saattir devam ediyordu. Gerçi bir ara, kamyonetin hareket etmesinden bu yana sürekli öksürüp duran karşımdaki ihtiyar adamı ayakkabımın içindeki tükenmez kalemle gebertme planı içerisindeydim. Bu hem yolculuğun geri kalanında rahatça uyumamı hem de vücudumdaki pas ve yağ lekelerinden kurtulmamı sağlayacak bir plandı. Neyse ki arabayı kullanan adam anlayışlı biriymiş ki 5 dakika önce arabayı aniden durdurup kasanın kapaklarını açıp içeri girdi ve 1 saniye bile beklemeden ihtiyarın kafasına sıktı. Sonra da kasada bulunan tüm insanlara bağırarak "Birazdan Öncüpınar'dan geçeceğiz, sesini çıkartanı acımam vururum." dedi ve sonrasında kapakları kapatıp tekrar direksiyonun başına geçti. İhtiyarın cansız bedeni kasanın içinde bi sağa bi sola yuvarlanırken onun için mezar yaptırmaya ve mezarına gül bırakmaya karar verdim. Oysa zengin biri olsaydım herkes gibi gül bırakmak yerine karanfil bırakır ve bunu mikrofonlara haykırırdım. Şansızlık işte. Çünkü ölülere olan saygım, yaşayanlara duyduğum saygıdan daha fazladır. Sizin de öyle değil mi? Hadi amaa..
Kamyonet kasasındaki 8. saatin sonlarına gelindiğinde ben ve sağ tarafımda oturup yolculuk boyunca gözünü bile kırpmayan adam hariç herkes, yarın yeni hayatlarına kalkmak ümidi ile yatıp uyumuşlardı. Karanlıktan dolayı yüzünü tam göremediğim adam bana dönüp "Neden gidiyorsun?" dedi. "Bilmiyorum, yani tam olarak tarif edemem." deyip geçiştirmeyi tercih ettim. Yaklaşık 15 20 saniye sonra yeniden ortamdaki sessizliği bozarak “Yaşamak için, ben yaşamak için gidiyorum.” dedi. Konuşmanın ilerleyen zamanlarında Afgan asıllı bir gazeteci olduğunu öğrendiğim adam, gerçekten de onu öldürmek isteyen adamlardan kaçmak için buradaymış.
Oysa bizim oralarda olsa o gazeteci öldürülmezlerdi diye düşündüm içimden. Hapise atılırdı ama yaşardı. Gerçi bazen kâzara da olsa öldürüldüğü de oluyordu. Şanssızlık işte.
Az önce 26 yaşındaki genç Afgan gazetecinin, başkent Kabil'de hüküm süren ve çok seveni olan din tüccarının suçlarını açığa çıkarmak için uğraştığından dolayı bu duruma düştüğünü öğrendim. Molla bu coğrafyada muska yazıp büyüler yaparak aristokrat mertebesine ulaşmış biriymiş. Fakat günün birinde bir kadın ona karşı çıkarak yaptıklarının din ile bir ilgisinin olmadığını söylemiş. Molla, uzun süre sonra karşısında kendisini aciz duruma düşüren bir düşünce ile karşılaşınca eli ayağına dolaşmış. Kendisine bunu yediremeyip kadın hakkında müritlerine "Bu kadın kutsal kitabı yırttı ve yaktı." diye yalan söylemiş. O kadın artık Molla'ya itaat eden kalabalığın hedefi haline gelmiş.
Gazetecinin anlattığına göre 200’den fazla erkek müridin saldırılarına maruz kalan kadının ölmesi uzun sürmemiş. Fakat kadının aydın düşüncelerinin o coğrafyada hacim bulma ihtimali Molla'yı öyle korkutmuş olmalı ki kadının ölü bedenine sayısız işkenceler yapılmış. Yani öldürmek istedikleri beden değil, fikir ve düşüncelermiş.
Oysa bizim oralarda olsa o kadın öldürülmezdi diye düşündüm içimden. Belki bir ihtimal şeytana aldanmış bir âlim tarafından tecavüze uğrardı ama öldürmezlerdi. Gerçi bazen kâzara da olsa öldürdükleri oluyordu.
Şansızlık işte...