beni yokluktan sen var ettin, nasıl unuturum?

nasıl unuturum ellerinden saçlarıma düşen o ince merhameti.

şimdi bir günün en iç boğan sabahında bütün anılar başkasının dilinden söylenmiş gibi.


üstelik bir apartmanın kapısının sesi sürekli kendini tekrar ediyor,

benim evim değil, numara kaç ve neden bu kadar demir kapı?

insan önce kapısını mıh gibi kilitleyip kendini insandan mı korumalı?


ben bu günler denen şeyi hiç anlamadım,

ama bir yaraya böyle hazırlıksız yakalanacağımı da bilirdim.

benim bu halim bana en çok yakışandı,

ben herkesten önce ve hiçbir şey olmadan önce ağlayandım.


ve sen orada her şeyi çoktan bırakarak yaşıyorsun,

bugünün soluk havasında seni gören de bendim.


gökyüzü değil, açan ve kapımın önünde beliren bahar değil,

iki birbirine dost serçe hayattayken ölmek zor geliyor.

serçeler bugün bir olur yarın iki- yaşam belki biraz hafifler.


bu fani şeylerden ne çok sıkıldım, burada olsaydın anlatırdım.

burada olsan dinlemezdin beni,

başımda olduğuna sevinirdim,

ben dize gelmezdim.

yine de ayak ucunda biraz dinlenir gibi oldum.


bak eksiğinin yerine iki serçe koydum, biraz ekmek kırıntısı.

uykusuzluğum, solgunluğum, yara berem bana kaldı.

ben beni bir elin merhametinden su içer gibi mahrum bırakan seni nasıl unuturum?


çok var, çok var daha bir mezarda öylece uzanmaya,

şimdiden ellerim nasıl bu kadar yumuşacık ve ölüm sarısı.

ne olacak?

eninde sonunda sen değil miyim ben de?


ben de bir gün kendimi bırakır giderim,

göğün mavisi kıpkırmızı dönüşür.

ölümün sarısı bir kiraz açar gibi kızarır.

-iki serçe birbirine sarıldılar, nasıl?-



dönüşü olmayan yolların keşmekeşinde ne uğruna bu kadar yorulduk- ne uğruna?