“Sayın yolcularımız, otobüsümüz…” Uyandı. Saatlerdir pencereye yasladığı başı, camla birlikte titreşmiş, kamaşmış ve sanki ağrıyordu. Keyifsizce elini yüzünde gezdirdi ve anlamazca bakındı etrafına. Toparlanıyor, bir yerlerini kütürdetip genleştirerek ağır ağır aşağı iniyordu yolcular. “Biraz bekleyeyim, sıkışmayayım koridorda,” diye kurdu kafasında. Esnedi. Biraz sakinleyince ayaklandı, orta kapıdan indi aşağıya. Yıkamacılar çoktan yanaşmış, uzun fırçalarının ucuna bağladıkları hortumları ile suları sıçrata sıçrata hararetle yıkamaya başlamışlardı otobüsü. Serindi dışarısı; güneş, gökyüzünü kızıla boyayarak kayboluyordu. Ürperdi ama üşendi montunu almaya. Bir müddet, açlığını anlamaya çalıştı. Uykudan yeni uyandığı zamanlarda böyle olurdu. Açlıkla tokluk arası bir şeyler hisseder, yemek konusunda kararsız kalırdı. “Bir yoklayayım kendimi,” diyerek lokantaya yöneldi. İçeri girer girmez karmakarış yemek kokuları gelmeye başladı burnuna. Aslında Türk mutfağının kendine has, salçalı, baharatlı, ağır kokulu yemeklerini severdi ama bu haliyle midesinde hafif bir bulantı yaratıyorlardı.


Dışarı çıktı. Nereye gittiğini bilmeden amaçsızca sola doğru yürüdü. Ellerinde çay tepsileriyle garsonlar, acele acele oradan oraya seğirtiyorlardı. Neden sonra, sac üzerinde pişen hamurun kokusunu hissetmeye başladı. Çocukken annesinin yaptığı hamur işi yemeklerin kokusuna benziyordu. Demek, beyninde bir yerlerde gizlenmişti bu koku ve hatırlanmak için bu anı beklemişti. İştahı kabarır gibi oldu ve biraz kararsız da olsa yanaştı, gözleme tezgâhına. Böylesi yolculuklarda bisküvi, döner, gözleme gibi şeyler yemeyi ucuzculuk, cimrilik gibi hissedip kendine yakıştıramadığından her daim etli bir şeyler yerdi ama şimdiki koku pek bir iştah açıcıydı. 


Yakından bakınca iki kadının uyumlu hareketleri seçilir olmaya başlamıştı. Biri hamuru yoğurup açıyor, içine malzeme koyuyor, diğeri ise sac üzerinde altüst ederek pişiriyordu. Belirgin bir sıra olmadığından kimin ardında duracağı ve siparişi kime vereceği konusunda kararsız kaldı önce. Tartışmayı, baskın ve haklı çıkmayı beceremeyen tedirgin kişiliği, öylece durmasına sebep oluyordu. Az önde duran birkaç kişiye yöneldi bakışları. Belli ki onlar siparişlerini vermiş, aç gözlerle gözlemelerin hazır olmasını bekliyorlardı. “Onlar alacaklarını alıp ayrılsınlar, o sıra ben de veririm siparişi,” diye geçirdi içinden. Böylece, tedirgin kişiliğine makul bir çözüm sunarak güya orta bir yol bulmuş oluyordu… Bu durumda bile bekleyip beklememe arasında kararsızdı. Eli alışkanlıkla cebine gitti. Arandı bir süre. Gömleğinin cebinde buldu sonunda ve yaktı sigarasını. Caddeden arada bir otobüsler, otomobiller geçiyor, bazı yolcular sarsak adımlarla geziniyorlardı. Elinde sigarayla daldı bir süre. Bu sırada gözlemeci kadının seri hareketleri dikkatini çekti. Bir an neden baktığını düşünür gibi oldu. Sonra açıkça, kadının hareketlerini dikkatle izlemeye başladı.


Esmer, iri gözlü ve ilk anda anlaşılacağı üzere biraz irice, etine dolgun bir kadındı bu. Kısa saçları üzerine köylü işi bir tülbent bağlamıştı; gövdesinin her hareketinde oyaları, ritmik hareketlerle salınıp duruyordu. Hareketleri o kadar uyumluydu ki sanki hamur, onun gövdesinin bir parçasıymış gibi rahatlıkla biçim değiştiriyordu. Bakır bir tepsinin üzerine serilmiş ince bir örtü üzerinde hamur bezeleri vardı. Kadın bu bezeleri, üzerinde durdukları ince örtüyü aniden çekip sarsarak hoplatıyor ve havada, bir çırpıda yakalıyordu. Sonra bunları merdane ile genleştiriyor ve nihayet oklavası ile kaşla göz arasında yer sofrasının ebatlarına kadar inceltiyordu. Tüm bu süre zarfında düzensiz aralıklarla etrafına bakınıyor; bu bakışlarıyla sanki yaptığı iş çok kolaymış, herkes yapabilirmiş izlenimi uyandırıyordu. Belki de işini önemsemiyor görünerek ustalığının daha bir belirgin olmasını istiyordu. Ama bu bakan ama görmeyen bakışları çok uzun sürmüyor, hemen sonra yine aynı ciddiyetle işine sarılıyor, hamuru bir oyuncakmış gibi biçimden biçime sokuyordu.


Sigarasını yere attı. Kadının, başını her önüne eğişinde daha bir belirginleşen, gölgesi yanaklarına düşen hacimli, uzun kirpiklerine daldı. Şimdi ilk tedirginliği geçmiş, sanki son derece olağan bir şey yapıyormuş gibi kadını incelemeye başlamıştı. O an kadın “Buyurun, siz ne istemiştiniz?” diye sorsa apışıp kalır, ne diyeceğini bilemezdi... Farkında değildi ama bakışları, kadının yüzünde öylesine geziniyordu ki… Kaşlarının ortasında, inceden yol yapmaya başlamış çizgi, bir görünüp bir kayboluyordu. Bu haliyle kadının otuzlu yaşlarının başında olduğu belli oluyordu. Üst çenesindeki ön dişleri sanki biraz büyük gibilerdi. Çünkü üst dudağı alt dudağından biraz önde duruyor, bu durum yüzüne sanki biraz haylaz, uçarı, çocuksu bir anlam, bir karakter kazandırıyor ve inadına güzelleştiriyordu… “Güzel,” dedi içinden, “sahiden güzel…” Ama bunu düşünür düşünmez ürperdi. Sanki bu kadını güzel bulması suç yahut bir günahmış gibi tedirgin oldu. Etrafına bakındı acemice. “Bir kadını güzel bulma yüz ifadesi” diye bir şey varmış gibi yüzündeki anlamı değiştirmeye çalıştı. Sonra güldü kendi kendine ve yeniden kadına döndü…


Kısacıktı saçları. Buna karşın olur olmaz başını geriye doğru savuruyor, sofraya saç teli düşmesin istiyordu. Oysa bu kısacık ve güçlü saçların tek bir telinin bile yerinden kopması olanaksız geliyordu ona. Bu haliyle kadın, saçlarını yakın zamanda kestirdiğini ve henüz buna alışamadığını belli ediyordu... Bu güzel yüzü tamam eden ve Egeli karakterini kazandıran son unsurlar ise güçlü çeneler ve çıkık elmacık kemikleriydi. Bu seyirden garip bir mutluluk hissediyor ve şimdi “Gülmek, kim bilir nasıl da yakışır bu yüze,” diye düşünüyordu. O ara kadın, caddeden gelen fren sesine doğru aniden döndü ve bir süre dikkatle izledi. O böyle yapınca boynunun sağ alt yanında, köprücük kemiğinin üzerindeki hafif kabarık beni göründü. Üst dudağın hemen üstündeki ve boyundaki benleri çok severdi. Ve bu ben, tam da olması gerektiği yerdeydi… Omuzlarının yuvarlak başları, güçlü kollarının ilk işaretiydi. Her gün saatlerce merdane ve oklava ile hamurlara biçem veren kollar diri, güçlü, çevikti. Hamurları açtıktan sonra elinde kaşıkla içlere uzandığı sırada fark etti, gamzeliydi kolları.


“… seyahat etmekte olan … Turizmʼin sayın yolcuları…” İrkildi. “Acaba bize mi?” gibilerden baktı saatine. Çağrı onlarınkiydi. Sesi duyunca bir anda açlığını hatırladı. Yarım saat boyunca burada öylece dikilmiş, ilk defa gördüğü bu kadını izlemişti. İstemsizce güldü kendi haline ama giderayak bakmaktan da vazgeçemiyordu. Kadın, epeydir kendine çevrilmiş gözlerden habersiz un serpiyor, iç karıyor, kollarının üstüyle alnının terini siliyor ve hiç aralıksız, oklavasını işletiyordu. Otobüse doğru sarsak adımlarla ilerlerken düşüncelerine bir biçim vermek istedi. “Köy, kadın, sadelik, evlilik, güzel, çocuk…” Bir sürü kavram uçuşup duruyordu kafasında. Nihayet “Çalışmak,” dedi, “nasıl da güzelleştiriyor insanı…”


Bindi otobüse, başını yine pencereye dayadı. Gürültüyle çalıştı otobüs, titretti ortalığı. Kalabalık arttıkça utangaçlığı artmış, sanki bir başka şeyle ilgilenir gibi yaparak kaçamak bakışlar atıyordu yine. Kadın oklavasını bir ileri bir geri sürüyor, bunu her yapışında başındaki boncuklar salınıyor ve güneş ışınları, boncuklar arasında bir görünüp bir kayboluyordu.    



Umut Ulaş Çelik

27 Nisan 2020, Pazartesi

İzmir