Yıllar boyu ziyaret edilmemiş hüzünlü bir yer sanki burası. Üzerine ayak basan yığınla insan görüyorum heyhat bu neyi değiştirir ki? Hüznü içinde saklı tıpkı anıları gibi. Nostalji sayıklamalarının arasında bulunuverilen bir yer fakat dönüp de hüzünlü çehresine bakınılıp, görülmek istenen bir yer değil. Ne yazık ne tuhaf. Gelen giden tüm insancıklar, cenneti andıran yemyeşil ormanların kıyısını süsleyen masmavi denizlerin güzelliğinde kaybolmuşlardır.


Aslında tüm kaybolanlar işte böyle kaybolmuşlardır. Bir güzelliğin tam ortasında ve tam da bulunduklarını, nefes aldıklarını hissederlerken habersizce yitip gitmişlerdir. Gözle görülenin büyüleyiciliği, onları bir tutsak gibi, bir sihir gibi esir almıştır. Esir edilen memnundur gördüğü güzelliklerden bir an bile ayrılmaktan korkar, içi titrer. Güzel olan ne var ise görülmeye değer ve görülecektir. "Görülmek gözle mi olur" diyor biri? Öyle ya gözler niçin vardır, niçin bakarız, neyi ararız. Elbette, elbette güzelliği. Cenneti, kuşları, çiçekleri, denizleri.. hepsini hepsini.


Ama hayır. Gözlerin gördüğü ile yetinecekse bu beden, ardındakini göremeyecekse bu eşsiz ruh niçin vardır? Geldim. Ardındakini görmeye geldim. Tüm kaybolanların, kaybolmuşluğunu manalandırmaya geldim. Şimdi ıssız bir koyun sınırındayım. Karşımda tüm ihtişamıyla ismini henüz bilmediğim bir ada. Masmavi tertemiz bir su. Deniz.., Ah deniz. İçinde binbir yaşam saklı deniz. Düşündükçe seni, içimde bir coşku ışığı var ya, işte büyüyor o. Nasıl denir ki bilmem. Belki kozasından yeni çıkan bir kelebek kanatlanıyor. Belki, başka başka da betimlenir de bu. İşte ben böylece söyleyiverdim.


Çıplak ayaklarım, çakıllı kumsalı tabanlarıma vuruyor adeta. Öyle ki, kısa adımlarla yürürken dahi, havalanmak istiyorum ve öyle hafif adım atıyor ki bedenim belki de havalandım diyorum. Hayır bir yanılsama.. Fakat ya olmasaydı? Buna mı benzer havalanmak, sanki uçuyor gibi olmak ve uçmak. Kuşlar? Sorarım size. Tüm yükleri gerisingeri bırakıp yumuşacık havanın içinden geçmek buna mı benzer?


Ah! Ne mest edicidir şimdi uçmak. Ben hiç uçmadım. Ne uçakta ne teyyarede, ne de bir kuş misali kanatlarımla. Uçmak nedir bilmedim. Fakat şimdi ayak tabanlarım sert çakıllardan sıyrılmak, görülenin güzelliğiyle içimin coşkusu, beni göğe fırlatmak istiyor adeta.


Bu küçük koy, bana ait gibi hissediyorum bir an. Şimdiye değin kaç kişi böyle hissetti onu düşünüyorum. Bu adanın içinden geçen, burada yaşayan kaç sevgili burayı mesken tuttu ve sırf kendilerine ait bir küçük mutluluk yuvası yaptı?

Bu düşünceler içime sıkılgan bir inilti gibi doğuyor. Hem burkuluyorum-çünkü burası bana ait değil-, hem seviniyorum -iyi ki bana ait değil, ne korkunç olurdu yalnızca benim gözlerimle bakılması buraya, ne yazık olurdu.-


Öyle olmadığını bilen yüreğim içini çekmişti. Uzaklardan bir vapur sesi duyurdu kendini. Geliyorum, geldim diyordu. İçimde binbir çeşit yolcuyla sana geldim. Şimdi kıyıya yanaşıyordur diye düşündüm. İçlerinde bu küçük adayı keşfe çıkacak insanların heyecanıyla, hevesiyle yanaşıyordur.

Sonrasında artık atlar eziyet çekmesin diye yerine konulan küçük otobüslerle kimisi Kalpazankaya'ya gidecek. Orda bir şeyler yiyecek, seyre dalacak. Kimisi adayı bisikletlerle keşfe çıkacak. Adanın tepelerine ulaşmak için epey yokuş çıkmak gerekirdi çünkü. Kimi bunu bir bisiketle daha hızlı yapacak. Kimi de boşver bisikleti, boşver otobüsü, şuncacık ada ayaklarımız neyimize yetmiyor, yürüyelim diyecek. Tıpkı bizim gibi. 


Yakıcı güneş tepemizdeyken, adanın en tepesine ulaşacak yolu, adanın en tepesine ulaşacağımızı bilmeden, o güzelim denizin binbir çeşit manzarasını izleyerek yorula yorula da olsa zevkle çıkıvermiştik. Her 100 adımda bir durup dinlenip, olduğun yerde şöyle bir dönüp, neredeyim diye bakmak mühimdir bu adada. Ben bir mühimlik atfettim. Her anı kalbime kazımak istediğimden.


Bir sürü insan iniyor. Ada hala ıssız ve yalnız. Hele tepeye çıkarken yalnızca kuşlar ve sen varsın. Ağaçlarla sen. Yalnızca sen varsın gibi. Burada yaşasaydım diye aklımdan geçiverdi. Sonra dilime döküldü. "Burada yaşasaydım, kimsenin bulmadığı, görmediği bir yeri seninle bulurdum. Her gün belirli bir saatte, habersizce çıkar gelirdik. Orada buluşurduk. Bizim özel yerimiz olurdu."

Söylerken fark ettim, en derin arzumu. Bir yer istiyordum özel. Ne üzücüydü değil mi? Şimdiye değin fark edememek o özel yeri. Belki dedin, geçtiğin her yer özeldir. Belki bulunduğun her an. İçinde kaldığın, ona döndüğün her an, baktığın her yer büyülüdür. Belki dedim.. belki. Ama yine de fena mı olurdu şu dünyada sadece benim bulunduğum bir yer? "Olmazdı, işte o yüzden bedenindesin ya. Bedeninde yalnızca eşsiz ruhun bulunuyor ya." İşte hiç fena olmazdı. Olmadı da.


Adanın tepesinde manastır olduğunu ilk bakışta güçlükle anladığım bir yapı vardı. Bir ev görünümündeydi çoğunlukla, içeri almadılar kapalıymış. Bunca yolu güneş tam tepemizdeyken bir manastır için çıkmamıştık elbette ama yine de üzülmüştük. Hoş görülen manzara öyle büyüleyiciydi ki sessizlikle bütünleşen bu tepe bizim yalnızlığımıza bir kalabalık olmalıydı. "Kim yalnızlığına bir kalabalık ararsa o yalnızlığın özüne inmemiştir." diyor biri. Belki de ben diyorumdur.


Fakat kalabalık görülen tenhalar da vardır. Bu tepelik de onlardan biri. Uzun uzun bakmak istiyorum, unutmamak istiyorum. Bir daha gelir miyim sanki, elbette gelirim. Bir daha ilk kez gelir miyim ama hem de seninle, kendimi de, ruhumu da yanıma alarak. Belki, diyor içimden bir ses bana umut verir gibi belki.

Yine geldiğinde hiç görülmemiş bir yer görürsün, belki hiç bakmadığın görülerle bakarsın. Belki ruhun, hiç çaba sarf etmeksizin mest olur, belki bir an, esaslı bir anı olur. Belki dakikalar haftalar gibi geçer, sen zaman kavramını yitirirsin, belki onun, ruhlarını geride bırakanlar için olduğunu nihayet anlarsın. Belki sen de onlardansın diyor. Belki.


Ruhum geride kalmış mı diye dönüp dönüp ardıma bakıyorum. Tepenin gizli kalmış bir patikasından aşağı inerken, ruhumun geride kalıp da bu güzellikleri bir oya gibi işlememesinden korkuyorum. Korkuya ne lüzum var diyor içimin kendisi, görülecek olan görülür, işlenecek olan işlenir bize.


Bir gizli patika buluyoruz, cennette açılan bir kapı gibi. Cennet tasvirlerinden çıkagelmiş gibi. Görünürde bir ada yok. Alabildiğinde deniz. Aşağıda görülen sert kayalıklar rüzgar ve suyun şiddetiyle aşınmış. Bir an korkuyorum ya kendimi buradan atarsam diye içimde endişe dolu düşünceler doğuyor. Halbuki hiç bunu düşünmemiştim. Belki birinin buradan kendini atmasından korktum.


Ne güzeldi yol, ne güzeldi deniz ve ne tehlike doluydu o sert kayalıklar. Bir güzellik işte böyle bir acıya da dönüşebilirdi demek. Bir güzellik tek bir hareketle yerle yeksan olabilir.


Adanın içinden böyle hikayeler de geliyor kulağıma. Bir koyun isminin nerden ve nasıl geldiğini öğreniyorum. İçim acıyor. Benden önce yaşamış o insanlara, olanlara.Yaşanmışlıkların izlerini ruhum görüyor, yolları takip ediyor. Neredeyse benim önümden gidiyor. Bekle diyorum, bekle. Biz yolumuzu birlikte açalım. Birlikte görelim ne varsa. Kaybolmak istemiyorsan bekle. Kaybolacaksak da birlikte kaybolacağız nihayetinde.


Sen dönüp gözlerime bakıyorsun, durup gözlerine bakıyorum bir çocuk hevesiyle. O kapıları çiçeklerle sarmalanmış evlere sırtımızı, yüzümüzü maviye dönerek oturduğumuz güzelim ada bankının üzerinde. "Zaman nasıl geçti?" diye soruyorsun. Zaman bana mı yoksa sana mı nasıl geçti? Zaman adada nasıl geçti?


Bitmek tükenmek bilmeyen patikada güneşin yaktığı alnından ve açıkta kalan kollarından şikayetlenen biri varsa yanında. Durup durup bir nefeste sana veriyorsa veyahut sen paylaşıyorsan suyunu onunla. Yanağından öpülecek bir nokta kolluyorsa her adım başı ve gözlerine bakıp bu güzelim vaktin ne kadar değerli olduğunu görebiliyorsan. Zamanın nasıl geçtiğini bir türlü anlamlandıramıyorsun. Sanki az önce gibi yaşadığın her şey. Öyle serin ve bir su gibi akıp geçti.


Vapura yetişmeliyiz. Bir anımızı bırakıp burada, yaşanmış bir günü bırakıp ardımızda, bir daha gelmek ümidiyle.


İskelenin biraz önünde ada halkından oluşan satıcıların birinden penceresi açık bir Burgazada magneti alıyoruz. Penceresi açık olsun diyor satıcı abi, hava girsin içeri. Gülümsüyor, yeşil bir hediye paketinin içine koyuyor magneti. Pantolonun gibi yeşil diyor sana. En sevdiğin renk gibi yeşil.

Bir bileklik alıyoruz çift bilekliği misali.Saklayacağız. Biri sen de biri ben de kalacak. İpten yavru ağzı bir bileklik. Bir nesne, bir düşünce, bir fotoğraf, bir çiçek, bir satır hatırda tutsun diye yaşanılan o vakitleri.