Kabuklaşan vücuduna karşın zihni apaçık algılıyordu olanı biteni. Yaşamını gözden geçiriyor bütünüyle yutulana kadar türlü işaretlerin varlığını keşfediyordu. Uyanmıştı. Peki ya geç kalmış mıydı öze dönmek için?

Önce kabuklarını keşfetmeye karar verdi. Tam olarak neydi ruhunu sürükleyen? Bir bir dokundu vücudunu saran tabakaya. Çam kozalağına benzetmişti katmanları. Asıl amacı söküp atmaktı hepsini elbette ama acele etmeyecekti. Parmaklarını kabuklarının üzerinde gezdirdikçe her birinin ruhuna başka başka yükler getirdiğini fark etti. Bir hışımla tüm parmaklarıyla hızlıca bedenini sıvazladığında dayanılmaz bir acı hissetti. Bir daha bunu denemeye cesareti yoktu. Bir süre ellerini bedeninden uzak tuttu. Gözlerini yumdu ve bir düşe daldı. Düşünde nihayet gerçekleşmişti; kabuklarından sıyrılmış, amacına ulaşabilmişti. Kanepede daldığı öğle uykusundan bir anda uyanmış önce tüm bedenini kontrol etmiş ardından aynaya yönelmişti. Gördüğü şey o muydu gerçekten? tezatlıklar doluydu gördüğü şey. Öylesine yılgın bir yüz; derin kırışıklıklar aksine müthiş bir canlılık ve ışıl ışıl gözler. Vakur bir gururla gülümsedi Gregor Samsa. Başarmıştı, zor olsa da özüne dönebilmişti. Omuzlarını fark etmesiyle daldığı düşüncelerden sıyrıldı. Kaç yaşındaydı? Bu çökük omuzlar, bu koca kambur yılların eseri miydi yoksa ruhunu kemiren kurdun mu? Olsun dedi. Olsun, ruhum dimdik bedenimin aksine. Şimdi sokaklara çıkacak her anın, her adımın tadına varacaktı. Artık savrulmak yoktu, acele etmesi gerekmiyordu. İsterse öylece durur saatlerce etrafını izlerdi. Bu düşünceleri aklından geçirirken birden bir şey fark etti. Ne kadar hafif hissediyordu kendini. Üstelik nefes almak daha kolaydı. Bu neydi şimdi? Nasıl mümkün olabilmişti. Sanki yeni doğmuş bir bebek gibi bedeninde ve ruhundaki değişimleri keşfetmeye çalışıyor durmadan bir şeyler deniyordu. Bir kahkaha patlattı aniden. Koca bir kahkaha. Ardından bir şarkı mırıldandı gözlerini kapattı ve kendini ritme bıraktı. Bir süre dans etti zarif bir yaprağın gökten süzülüşü gibi. Durduğunda yüzünde bir tebessüm ve biraz çene kasılması hissetti. Ne kadardır dans ediyordu? İşte tam da bu dedi bu kez anda sürüklendim, ruhumun hürlüğünde kayboldum. Bir kahkaha daha patlattı, neşesine diyecek yoktu. Karnından gelen sesler onu sokağa; yemeğe yöneltti.  Her adımını yavaşça atıyor, öyle yavaş yürüyordu ki bastığı ayağının üzerinde bir müddet sallanıyordu. Rüzgarın tenini yalamasına izin veriyor, kamburunu olabildiğince düzeltip ılık rüzgara karşı yüzünü açıyordu. Bazen durup gözlerini kapıyor, rüzgarı, sesleri, kokuları doyasıya hissetmeye çalışıyordu. Yaşamak bu diyordu içinden. Yetmiyordu sözcükler dökülüyordu hafifçe dudaklarından. Derken sokaktaki diğer insanlara yöneliyor mutlu musun kardeşim?  Rahat nefes alıyor musun benim gibi. Yaşa kardeşim yaşa diyerek oradan oraya koşuşturuyordu. Sırtındaki kambur dizlerindeki sızı telaşına yenik düşmüştü. Tüm insanlara yetişmek istiyor, onların da kabuklarından sıyrılmalarını diliyordu. Avaz avaz bağırıyordu artık. Yaşayın kardeşim yaşayın! Köşedeki restorana ulaşmıştı böylece. Dans ederken kaybolduğu, ruhunu şenlendiren opera “Çiçek düeti” çalındı kulağına girer girmez. Gözlerini kapadı kapıyı örterken ve derin bir oh çekti. Her an bu kadar keyif verebilir miydi gerçekten, hayretler içerisindeydi. Geçmişi üşüşünce zihnine birden hüzün kapladı ışıldayan gözlerini. Yorgun hissetti bu uzun ve zorlu yolcuğunu düşününce. Garson beyefendinin buyurun demesiyle irkildi ve neyse ne.. yolculuğum ne kadar zor geçmiş olsa da burdayım derken gözlerinden süzülen bir parça yaşı sildi. Masasına yöneldi. Uzun bir akşam yemeği yemek istiyordu. Bir parça et ve bir kadeh şarap sipariş etti. Her lokmanın tadına varıyor bazen gözlerini kapatıp ağzındaki lokmanın tadına, dokusuna odaklanıyordu. Yemeği saatler sürmüştü. Etrafında kimsenin kalmadığını anladığında fark edebilmişti bunu; kalkması gerekiyordu artık. Yavaşça doğruldu gözüne ilişen kadehten son yudumunu aldı ve kapıya yöneldi. Ilık rüzgar yüzünü okşarken bir ıslık tutturmuş elleri ceplerinde yürüyordu. Nehre doğru yöneldi. Kilisenin çanı gece yarısı olduğuna işaret ediyordu. Islıkla bir tempo tutturmuş dans edercesine yol alıyordu. Üzerine bir iki damla düştüğünü hissetti gökten. Gülümsedi. Yağ yağmur özgürce bildiğin gibi yağ! diye haykırdı. Yağmur hızlanınca sırtındaki ceketi başına geçirip karşı kaldırımdaki bara yöneldi. Cam kenarına oturdu sıcak bir kahveyle sokağı izlemeye koyuldu. Sokak lambalarının yer yer aydınlattığı kıvrımlı sokakta geçmişinden anımsadığı koşuşturmacanın aksine bir dinginlik vardı. Belki gece belki yağmur sağladı bunu diye aklından geçirdi. Yine gün ağaracak ve insanlar oradan oraya sürüklenecek. Üstelik bunu öyle kanıksamış insanlar olacak ki makinemsi bir biçimde ayak uyduracak. Ne acı! dedi. Yanındaki kadın duymuştu bunu. Acı olan ne? diye sordu. Kadın yirmili yaşlarında dimdik omurgasıyla ona hiç benzemiyordu. Ancak kadının gözlerinde gördüğü ışık aynada gördüğünün aynısıydı. Sizi tanıdım dedi gözleri dolarak. Kadın da fark etmişti, başardığınıza sevindim diye yanıtladı. Peki ya siz nasıl bu kadar erken sıyrıldınız kabuklarınızdan dedi hayretle Gregor Samsa. Kadın şanslıydım dedi. Kabuklarla sarmalanmadan oluşan her kabuğu söktüm. Bir bir yaptım bunu. İzin verin nasıl başladığını anlatayım. “Bir gün bir tiradla fırladım uykumdan. “Bu bana biçilen kıyafeti reddedişimin öyküsü. Bu benim var olma çabam.  Memurum ben saatli çalışanlardan. Monotonluğun son kurbanlarındanım. Aynı zamanda ben uyanığım; hayatın benim için anlamsız şeyler yaparak sürdürülemeyeceğini fark edecek kadar uyanığım. Ben bir hayalperestim. Hayallerim kadar varım. Keskin bir virajla karşı karşıyayım var olma yolunda. Sahip olmam gereken şey cesaret! Monotonluğa karşı cesaret. En zoru da bu; orta yolu yok var oluşumun. Ya tam ya hiç! Hiç olmak istemiyorum; tamı göze alamıyorum. Bu bir son değil; başlangıç. Benim diyerek sahiplenebileceğim bir hayat... İnanıyorum, düşlüyorum. Düşledikçe artıyor inancım. Her günaydında daha da yaklaşıyorum ona ve her adımda artıyor inancım.” Zihnimde yükselen bu cümleleri nerden duymuştum? Gözlerimdeki yaş, kalbimdeki heyecan neydi peki? Bu hüzünlü sevinç? Hemen yazmaya karar verdim zihnimde durmadan tekrarlayan bu tiradı.  Bir kalem bulup işe koyuldum. Kağıda dökülen her bir sözcük yanına gelenle bir ahenk yakalıyor ve anlamlanıyordu. Böylece tüm tiradı yazmayı sürdürdüm. Zihnimde dans eden kelimeler karşımda öylece birbirine tutunmuş duruyorlardı. Okudum, okudum. Tekrar tekrar her bir cümleyi sindirene kadar. Okudukça bir yanım özgürleşiyordu bir yanımsa sıkışıyordu. Uyanığım diyordu tirad. Ben şimdi mi uyanıyordum? Bununla nasıl baş edecektim? Bağrımdaki kapkara eli nasıl sökebilirdim? Keşke uyanmasaydım diye geçiriyordum aklımdan unutmaya karar verdim böylece tiradı, yoksaymaya. Bilinçli bir şekilde zihnimi doldurmaya uğraşıyordum. Sıradan şeyler düşünmeye, bir şarkı söylemeye. Engel olamıyordum bir anlık boşluktan delik bir hortumdan çıkan su gibi fışkırıyor ruhuma saplanıyordu. Sesli düşünmeye başladım. Bir an bile ara vermeden bir şeyler söylüyor camdan sokağı izleyip gözümün alabildiği her şeye yorum yapıyordum. Gökyüzündeki bulutlar, ağaçlar, dökülen yapraklar, şemsiyeli kız çocuğu, köşedeki kırmızı kadife tenteli pastane, kahvesini yudumlayan adam, göç eden kuşlar… Onlarca şey görüp her birinin hikayesini uyduruyor zihnimi yormaya çalışıyordum. Bir süre sonra başım öylesine ağrıyordu ki yatağa gömüldüm. Uyandığımda akşam olmuştu çoktan. Pencereye yöneldim. Sabah izlediğim manzarayı karanlık bürümüş sessizlik içinde incecik yağmur yağıyordu. Bir kahve alıp oturdum önüne pencerenin. Yağmuru izliyordum. Baş aşağı süzülen yağmur suları arındırıyordu sokağı. Ruhumun da buna ihtiyacı olduğunu hissettim o an. Ve usulca masamdan buruşturulmuş tiradı aldım. Korkuyordum tabi baş edememekten. Yine de öyle veya böyle uyandım artık diyordum. Bunu denemeye mecburum. Önce bir kere hızlıca okudum. Ardından defalarca tane tane her bir cümleyi düşünerek okumayı sürdürdüm. Sabahın ilk ışıkları göründüğünde yağmur dinmişti. Sokağa fırladım. Opera binasına vardığımda iki saatin geçmiş olduğunu fark ettim. Soluklanmak üzere merdivene oturdum. Meydanda farklı yönlere giden onlarca insan birbirlerine çarpmamak için hızlı adımlarla kıvrılarak yürüyordu. Yüzlerine baktığımda her birinin Munch’un “Karl Johan’da Akşam” tablosundan fırlamış olduğunu anladım. Bu yabancılaşma öylesine tanıdık geldi ki bir çırpıda ilk kabuğumu söktüm. Sanki binlerce güvercin gökyüzüne seyirtti ruhumdan. Böylece yılmadan devam ettim var oluş çabama.” diye sonlandırdı sözlerini.  Gregor Samsa kadının hikayesinden çok etkilenmişti. Koca bir tebessümle hayranlıkla onu izliyor, gurur duyuyordu onunla. Susup saatlerce sokağı izlediler aynı pencereden yüzlerinde aynı tatlı huzur, sıcacık kahve ile naif yağmur sesi eşliğinde. 

Gregor Samsa düşünden uyandığında elinin bir katmanın üzerinde sımsıkı kilitlendiğini fark etti “bu bana biçilen kıyafeti reddedişimin öyküsü” diye mırıldanırken. Gözlerinden bir parça yaş süzülürken gülümsüyordu. Düşündeki kadın ona cesaret vermişti artık bir bir kabuklarını sökmeye hazırdı. Ve reddedişimin öyküsü diye yineleyerek ilk kabuğa davrandı.. Düşünde kadının bahsettiği güvercinleri hissetti. Böylece Gregor Samsa’nın var oluşu  başladı.