Şehrin dağdağasının, tıkır tıkır işleyen saatlerin, mırıl mırıl konuşan insanların, eve veya işe veya hiçbir yere gitmeyen kadın ve adamların ayak seslerinin, sokaklara sur gibi dikilmiş gri bitişik apartmanların mahrem bir dürtü ile ufacık ufacık ayrılmış odalarından yükselen seslerin ve tüm bu senfoniye kısık bir sesle, lüzumsuz bir müzik aletinin çaldığı alçak perdeden bir melodi gibi eşlik eden ağaçlar, kuşlar ve rüzgarın sesinin arasından koyunların sesini duyabilen yalnızca Gülperi'ydi.



Koyunlar hep vardı. Koyunlar Gülperi'nin kafasının içinde engin çayırlarda dolanır gibi dolanıyor, zihninde bitiveren korkudan otlanıyor, gelişiyor, büyüyordu. Koyunlar Gülperi'nin aklını taze yeşil ot gibi kemiriyor, sindiriyordu. Gülperi daha çok korkuyor, korktukça koyunları besliyor, onlar ise bu korkudan aldıkları güçle iyice azgınlaşarak daha yüksek melemelerle beyaz büyük ve yumuşak bedenlerini sallaya sallaya bir o yana bir bu yana koşturup duruyorlardı.

Koyunlar Gülperi'nin aklını yedi.

Gülperi koyunlarla aklını yedi, derlerdi bir zaman. Bir zaman.



Gülperi şehri soludu derin derin. Boğuk bir nem kokusu, ıslak bir koku. Ardından bulutlar topladıkları kirli havayı emmeyi bırakıp katran gibi bir yağmuru döktü. Anında tozlu asfaltla rutubet karışımı kesif bir koku yayıldı caddeye. Cadde kalabalık, insanlar tıpkı Gülperi'nin koyunları gibi birbirinin aynısı suratlarla bir yerlere, bir şeylere yetişmeye çalışarak hızlı adımlarla yürüyorlar.


İşte yine bir zil, etrafı inlete inlete çalıyor. Koyunların otlayan başlarından uzakta bir köşede, bir dut ağacının gölgesine sinmiş yatan çoban köpeği, Gülperi'nin köpeği Ayvaz, her sabah olduğu gibi çınlayan bu sese kulak kesilip doğruluveriyor bir an. Kulakları dikili, birkaç saniye durup dinliyor. Etrafta yalnız koyunların meleyişleri, horozların ötüşü, sabah kuşlarının şakıyan sesi ve Gülperi'nin derinden verdiği soluğu.



İşte yine bir zil, uyumayan şehrin sabahında etrafı inlete inlete çalıyor. Gülperi'nin tasmasını avcunda tuttuğu, yürüyüşe çıkardığı çoban köpeği Ayvaz, her sabah olduğu gibi çınlayan bu sese kulak kesilip doğruluveriyor bir an. Kulakları dikili, birkaç saniye durup dinliyor.



Gülperi'nin ruhunu bir dikiş iğnesinin ipliği gibi çengeline geçiren, aşağı çeken, yüreğine attığı bir dikişle yerinden sıçratan, sonra tekrardan ince bir sızı ile yukarı çıkan soluğu. Gülperi soluğuyla dikiyor sesini. Koyunlar inadına meliyor. Koyunlar hep vardı. Koyunlar Gülperi'nin kafasının içinde ürüyor, zehirli sütlerini damla damla Gülperi'nin aklına akıtıyorlardı.


Koyunlar Gülperi'nin aklını yedi.

Gülperi koyunlarla aklını yedi,



İki dağın arasından doğan fecrin kızıllığı çoktan çekilmiş, yerini açık, alabildiğine mavi, bulutsuz, sonsuz bir göğe bırakmış. Sabah serinliği usulca saçlarını okşuyor Gülperi'nin, sıkı sıkı ördüğü, annesinin ince oya işlediği öd yeşili yemenisinin altına gizlediği saçlarını. Gülperi'nin aslında hiç de sıkı sıkı örüp yemenisinin altına gizlemek istemediği, ay yüzünü, gül kırmızısı yanaklarını çevreleyen, yılan gibi uzayan gece siyahı saçları. 



Apartmanların ardındaki güneşin nereden geldiği bilinmez bir sokak lambasının sokağı aydınlatması gibi yaydığı kızılımsı sabah ışığı gitmiş, yerine boz bulanık bir mavi gelmişti. Sabah serinliği usulca saçlarını okşuyor Gülperi'nin, kırmızıya, -koyunların kanı gibi, genç kızlığının al yanakları gibi, annesinden gizli sürdüğü dudak boyası gibi bir kırmızıya- boyadığı saçlarını. 


Koyunların otladığı dağın tepesinden orta mektebin bahçesi, az ötesindeki elmalık ve irili ufaklı birkaç ev görünüyor. Köyün ormana yakın kısmı, en uç tarafı. Tepeyi tırmanan muallim görünüyor, bugün yavruağzı bir gömlekle krem rengi bir kravat takmış. Ayağında her günkü kahverengi deriden ayakkabılarıyla yoldan geçmek yerine kısa yola sapıp, otluktan geçiyor. 


Gülperi her sabah koyunlarıyla birlikte, bu çam kokulu dağın tepesinden muallimin okula gelişini izler. Otuzlu yaşlarında, metropolden gelmiş, kavak gibi uzun ve ince bir adam. İnce telli açık kumral saçları, ince uzun burnu, ince uzun çenesi ve Gülperi'nin durduğu yerden seçemediği, ancak çok önceden gördüğü bir rüyadaki ayrıntıyı hatırlamaya uğraşır gibi hayalinde beliren elleri. Gülperi zaman zaman o ellerin bir gülün yaprağını okşadığını yahut sımsıkı örülü saçlarını usul usul söküp, kıvrım kıvrım kalmış tellerin arasından parmaklarını tarar gibi nazikçe geçirdiğini, saçlarının adamın parmakları arasından su gibi, ipek gibi, düş gibi akıp gittiğini hayal ediyor. Adam uzaktaki bir ufka bakar gibi başını kaldırıp gözlerini kısınca bakışları birleşiveriyor gibi kızarıyor. Gülperi gözlerini ona bakma saadetinden aniden koparmasının getirdiği acıyla durup yere bakıyor.


Gülperi bu kan kızılı, gün kızılı, gül kızılı saçlarını ölüme acelesi olan bir müntehirin bileklerini kesivermesi gibi bir hızla kestiğini, saçlarının da bilekler gibi oluk oluk kanayacağını hayal ediyor. Gülperi asfalt yolda yürürken bir kısmını o yolda bırakmış ve bıraktığı kısmını her adımda çiğniyormuş gibi bir acıyla durup yere bakıyor. 


Terasta görüyor sonra onu, aşağılara bir yerlere bakıyor, sanki şu çimden, şu topraktan ve şu engin çam ormanından öte bir şeyi, yerin altında yatan bir sırrı görür gibi derin. Gömleğinin kollarını yukarı kıvırmış, dudaklarının arasındaki sigarayı yakıyor. Gülperi hiç okumadığı bir kitaptan hiç okumadığı bir şiiri hatırlar gibi oluyor ona bakarken. Okuma yazma bilmez Gülperi. Gördüğü tek şiir şu adamdır. 


Gülperi silkinip toparladı kendini, bir sigara yaktı, yürümeye devam etti. Aklına okuduğu bin kitaptan bir şiir dizesi takıldı, içindeki bir kız mırıldandı şiiri. Hayır, bir şiir değildi bu, bir çoban türküsüydü. Hayır, bir ağıttı bu. Gülperi, yası tutulmayan bir ölü gibi hissediyordu şimdi


Gülperi çoban babasından öğrendiği türküleri söylerdi bazen. Hatırında adamın sureti silik bir hayaldi, uyumadan hemen önce akılda bir yıldız gibi yanıp sönen ve tatlı bir rüyanın başlangıcı ile çarpışıp karışan, denizdeki bir dalganın kıyıdaki kumdan bir kaleyi yıkıp içine alması misali iç içe giren son gerçek düşünce gibi saydam bir hayal. Sonra güneş ve gün çökmeye başlardı, zaman çökmeye başlardı, sessizlik çökmeye başlardı. Genç ruhunun üzerine güneş battıkça çayırlara düşen kara gölgeler gibi bir gölge serilirdi. İnekler boyunlarındaki zili sallaya sallaya otlamaktan döner, koyunlar ahırlara, tavuklar kümeslere kilitlenir, tarlalar yeni günün getireceği bereket için edilen dualarla kendi haline bırakılırdı. Çocuklar okuldan döner, tüm aile sobanın yandığı tek göz odanın içinde toplanır, evlerin bacalarından kıvrıla kıvrıla göğe yükselen dumanlar çoğalır, akşamın serin havası içinde tüterdi. Öğlenden mayalanan ekmekler odun ateşinde pişirilir, hazırlanan yemeğin suyuna bana bana yenirdi. 

 

Güneş, şehrin üzerine kızıl bir el gibi kapanmıştı. Yüksek binalar batan güneşin alevden bir top gibi yanan şeklini artlarına alıp yalnızca kızıl bir yansımasını görmeye müsaade ederek biten bir oyundan sonra kapanan kırmızı tiyatro perdeleri gibi geçen zamanın, bitmekte olan günün haberini veriyordu. 


Günü bitiren kadınlar vardı etrafta, kendi hayatlarına koşan kadınlar. Tıkır tıkır ince topuklu yahut kalın topuklu ayakkabılarıyla ökçeleri ağrıyan ayaklarının üzerinde günün yorgunluğunu ayaklarına yükleyen, süslü makyajlı, sabahleyin muhakkak mis kokulu, çiçek kokulu, lavanta kokulu parfümlerle donanan ama gün sonunda ter, toz ve kalabalık kokan bu kadınlar. Bir de tüm gün evde olan, ev kokan, evle bütünleşen kadınlar, pişirdiği yemeği hırkasının kokusundan anladığımız 

kadınlar. 


Sonra bir de koyun kokan, koyun kokusu asla çıkmayan, hangi parfümü sıksa bu kokudan kurtulamayan kadınlar vardı ki Gülperi o kadınlardandı. Belki de sadece Gülperi böyle bir kadındı. Ne de para vermişti o parfüme. Baştan aşağı sıkmıştı. Küçükken hep dedesinin hacı yağlarından sürünürdü de yine geçmezdi bu pis koku. Acaba duymuş muydu koyun kokusunu o da; onu öperken, severken, başını taze memelerine daldırıp öperken…


Gülperi yine bir sabah serinliğinde muallimin tepeden sırasıyla gözüken başını, omuzlarını izlerken tepeden aşağı iniverdi. Adamın gözlerinin rengini bilmiyordu, tepenin ardından göğün kamaştırıcı ışığından kısılan gözlerini kendisine bakarken ne renkte hayal edeceğini, hangi rengin içinde eriyeceğini bilmiyordu. Muallimin karşısına geçince sivri yüzünün uzaktan göründüğünden daha beyaz, boyunun uzaktan göründüğünden daha uzun ve düz ve keskin olduğunu fark etti ve bu yüz, bu yanmamış ak pak ve ifadesiz yüz onu bir an için ürküttü. Uzaktan hiç göremediği ayrıntılarını, dudağının üzerindeki ufak benini, şakaklarındaki çizgileri ve yeşil çimen gibi, yosun gibi, göl gibi ve daha bir sürü güzel şeye benzettiği yeşil gözlerini 

gördü. 


Sokaklardan birinde bir ev, etrafa dumanlar kusarak içindekilerle birlikte yanıyordu. Alevler Gülperi'nin gözlerinde parladı. Kara bulutlar bir günahı örtmek ister gibi üzerine üzerine kapandı. Neyi vardı örtecek? Düşünmedi. Topukları birbiri ardında, yürüdü. 


Sokaklardan birinde bir ev, etrafa dumanlar kusarak içindekilerle birlikte yanıyordu. Alevler Gülperi'nin gözlerinde parladı. Kara bulutlar bir günahı örtmek ister gibi üzerine kapandı. Acı acı öksürdü Gülperi. Yanan ahırdan koyunların canhıraş sesleri geliyordu. Alevler otların, tuğlaların üzerine ateşten bir deniz misali yayılıyor, önüne geleni yiyen bir dev gibi gittikçe güçlenerek her seferinde daha da ileri atılıyor, zavallı insanın bir ömre sığdırdığı bir maziyi tek bir nefeste 

yutuyordu. Alevler babasının hasta yatağına sinsice yaklaşırken, kötürüm adamın korkuyla çarpılmış ağzı suya muhtaç bir balık gibi acayip hallere girerek kah açılıp kah kapanıyor, yanan mazisinin dumanından yaşaran gözleri kendi ölümüne ağlıyordu. Gülperi pencereden babasının bu yüzünü izledi. Elindeki kibriti toprağa gömdü. Havaya boğucu yangın dumanının dışında tatlı bir et kokusu da yayılmıştı.