Şişeyi üçüncü kez dudaklarına götürdüğünde fark etti: Bu şarap kırmızı değil, koyulaşmış bir akşamın damlasıydı. Ekşi ve sert bir tonda, ağzında bir nehir gibi dolanıyordu. Rengi, şalgam pancarını andıran koyu bir mor lekesi gibiydi ve her yudumda diline saplanan keskin bir bıçak gibi, sessiz kelimeleri parçalayıp yok ediyordu. Şişe bitmek bilmiyor, yalnızca içindekiler birer tırtıl gibi kenarına tırmanıyordu. O tırtılların gölgeleri Cengiz’in alnına vuruyordu; fakat kendi gölgesini bir türlü göremiyordu.
Antidepresanları şarabın içinde yüzüyor ve birbirleriyle sohbet ediyorlardı. Kırmızıdan koyulaşmış, neredeyse siyah bir akşamın içinde, içkisinin tadı ona dişlerini anımsattı. Ancak dişlerini çoktan kaybetmeşti; onları dün gece bir rüyasında satmıştı. “Kime sattım acaba?” diye düşündü; bu düşünce, kafasında çınlayan bir çalar saat sesiyle bölündü.
Tik tak, tik tak…
Zamanın ritmi bir mandalina kabuğu gibi soyuluyor, her turuncu parça gökyüzünde küçük balıklar gibi yüzüyordu.
İkinci el kanepesine biraz daha yayıldı. Ancak fark etti ki kanepe aslında ikinci el değildi; bir zamanlar bir zürafanın boynuydu. Zürafalar kanepelere dönüşür müydü? Belki. Kumaşı dalgalandı, hafifçe nefes alıyormuş gibi hareket etti ve ona
“Turuncu gökyüzü
bir sabun köpüğüdür." dedi
Gözlerini pencereye çevirdi. Fakat dışarıda gökyüzünü göremedi. Bunun yerine pencerenin ardında karamelden bir perde asılıydı. Perdeye bir kelebek kondu, ama hemen ardından bir küreğe dönüştü. Cengiz, bir elini kelebeğe –ya da küreğe– uzatmak istedi, ancak camların ona sırıttığını görünce hemen vazgeçti. Zaten avucundaki çizgiler de cama yansıyarak bir haritaya dönüşmüştü. Haritanın üzerine dikkatlice bakınca, bir kedinin kuyruğunu seçebiliyordu.
Bu harita nereye gidiyor? diye düşündü. Ancak harita çoktan sol cebine düşmüştü. Cebine baktığında harita yoktu; yalnızca tüylerden yapılmış bir çan vardı. Çanı çaldı ama ses çıkmadı. Çanı yere bıraktığında eli zincirlerle dolanmıştı; zincirler kanepenin kumaşına saplanmış, onu yere doğru çekiyordu. Şarap şişesi sehpadan fırlayıp gökyüzüne yükseldi ve tavanda bir delik açarak kayboldu.
“Şimdi ne içeceğim?” diye söylendi Cengiz fakat sesi kendi ağzından değil, ahşap zeminden duyuldu. Zemin ona şöyle dedi:
“Cora’yı dinle.
O zaten her şeyi bilir.”
Cengiz, adını duyduğu kedisine dönmek istedi, ama odadaki hava bulanık bir sisle doluyordu. Pencerenin pervazından sızan sis hızlıca tüm odaya yayıldı, yavaşça Cengiz’in üzerine sarıldı. Kulağına bir masal fısıldıyordu:
“Bir zamanlar, bir şişe vardı. Şişenin içinde yalnızlık birikir, her yudumda daha da büyürdü.
Şişe, sonunda kendini içmeye başladı ve artık boşaldığında içi yalnızlıktan başka bir şeyle dolmaz oldu.”
Cengiz masalı dinlerken uyuyakaldığını düşündü. Ama uyanıktı. Ya da öyle olduğunu sandı. Gözlerini açtığında şişe hâlâ masanın üzerindeydi, ama artık şişe değildi, bir ayakkabıya dönüşmüştü. Ayakkabı, şarabın kokusunu taşıyordu ve içinde yüzen balıklar vardı.
“Ben ayakkabı giymem ki” dedi, ama onu bu kez pencerenin önünde oturan kedisi yanıtladı:
“Giymiyorsun
ama giymeliydin.”
Cora pencerenin pervazına yayılmış uzanıyordu; tüyleri bir sis gibi havaya karışıyor, ardından duman gibi yükselip pencerenin ardındaki perdeye sarılıyordu.
Patisinin arasında bir sigara yakmıştı ve gören tek gözüyle onu süzüyordu. “Güneş sigara sevmez…” dedi, “lâkin sigaraya bir şey demiyor.” Ama bu sefer sigara bir mektuba dönüştü. Onu bir kelebeğe verdi ve kelebeğe şöyle dedi:
“Götür bunu tavana.
Tavan zaten her şeyi bilir.”
Cengiz, konuşan kedisini izlerken, içinden, sonunda delirdim diye geçirdi. Ama düşüncesi, ağzından bir balon gibi çıktı ve tavana doğru yükseldi. Balon patladı ve içinden küçük bir not düştü:
Bu bir delilik değil. Sadece hikâye böyle.
Kelebek havalanırken, tavan bir ağız gibi açıldı ve mektubu yuttu. Hemen ardından konuşmaya başladı:
“Bu hikâye bitmeyecek, çünkü sonlar asla yoktur.
Ama seni baştan yazabilirim.”
Cengiz başını çevirdi. Kapı kapalıydı. Kilit ise, bir anahtardan ziyade, bir tarçın çubuğuydu. Cora ağır adımlarla kapının önüne geçti. Ama bir kedi değildi artık, bir bavuldu. Bavulun fermuarı yavaşça açıldı ve içinden incecik bir kuyruk sallandı. Cora'nın gören gözü fermuarın yanından parıldıyordu.
“Söylesene, Cengiz” dedi bavul
ve devam etti:
“Ne diye her seferinde
yuvarlanacağını bile bile,
kovalarsın beyaz tavşanı
kör kuyunun dibine?”
Cengiz bu soruya cevap vermeye çalıştı ancak kelimeleri, ağzından dışarı çıkmadan önce bir zincir gibi iç içe geçmişti. Dudakları birer mandal oldu; o mandallar kanepeye asıldı. Yutkundu, ama gırtlağı bir merdivendi, kelimeler merdivenden yuvarlanıyordu.
Ne diyebilirim ki? diye düşündü. Sonra düşündüğünün aslında bir elma olduğunu fark etti. Elmayı ısırdı, ama ısırdığı şey aslında kendi gölgesiydi.
Cora konuşmaya devam etti:
“Kendi adını da mı unuttun?
Bu sessizlik, yalnızlıktan değil,
bir kelebeğin kanadındaki delikten geliyor.”
Cengiz, “Ben mi?” diye mırıldandı, ama sesi kediye döndü.
Kedi mi?
Cora artık bir ampuldü. Ampul parlak bir ışık saçtı, ışığın içinde beyaz bir zambak büyüyordu. Zambak, oturma odasını kaplayan sisin içinde sararmış yapraklarını dökmeye başladı.
Cora, yani ampul, bir kez daha konuştu:
“Karmaşık işler bunlar, Cengiz.
Ama neden herkes bir saksının içinde boğuluyor?”
Cengiz bir şey söylemek istedi, ama sesi karnında yankılandı. Karnındaki yankı, bir kuş gibi dışarı çıktı ve Cora'nın kulağına fısıldadı.
Cora, gözlerini devirdi ve tekrar konuştu:
“Cengiz,
sen tavşanı kör kuyulara atmayı bırak,
çünkü kuyular tavşanları yemiyor.
Ama sen kendini yiyorsun.”
Cengiz bir şey söylemek istiyordu ama sözcükleri yoktu. Odanın eğildiğini hissetti, sonra kendi içine eğildi. Bir kez daha sehpaya uzandı, ama şişe –ya da ayakkabı– yere düştü, yere çarptığında kırılan camlar suya dönüştü. Suyun içinden bir balık sıçradı ama balık bir kelebekti.
Kelebek uçtu. Cengiz kelebeği izledi
ve alnına konduğunu fark etti. Kelebek, konduğu yere küçük bir cümle bıraktı:
Yalnızlık,
yalnızca içine döküldüğünde parlar.
Sehpaya yeniden baktığında orada bir çiçek gördü. Çiçek kısık bir sesle ona dedi ki:
“Beni sulamayacaksın, biliyorum.
Ama yine de büyüyorum.”
Cengiz bunu duyduğunda gülümsedi. Güneş dışarıda hâlâ batmakta direniyordu ve Cora –şimdi de bir saate dönüşmüştü– altıyı gösteriyordu lâkin akrep ve yelkovan birbirini kovalıyor ve bir türlü aynı yerde duramıyordu. Cengiz, saatin bir şarkı söylemeye başladığını duydu:
“Zaman yok, sınır yok, her şey bir daire…
Ama sen neden düz çizgiler arıyorsun.”
Sonunda, Cengiz kanepede yavaşça sırtını geriye yasladı. Gözlerini kapattı ama uyuyamadı, çünkü göz kapaklarının arkasında bir film oynuyordu. Filmde Cora bir bavuldu, Cengiz bir kelebekti ve gökyüzü hâlâ sabun köpüğünden yapılmıştı. O sırada kedisi son kez konuştu:
“Bak, gökyüzü de yoruldu.
Hadi kalk, bizi yeniden yaz.”
Cengiz, bir şeylerin sona ermediğini anlamıştı.
Çünkü bu hikâye, bir son istemiyordu.