-Güneşi bekle ve dinle.


Soğukta kalmış kumruların kanadındaki sıcaklık, mendil satan küçük çocukların yüzündeki masumiyet, karşıdan karşıya geçmeye çalışan yaşlı insanların yorgunluğu, mevcut durumunu, öğrenilmiş çaresizliğini kabullenmiş işçiler, memurlar, öğrenciler ve küsuratına yenik düşmeye, düştükçe geri dönmemeye kurgulanmış saatler ve tabii ki saçlarınla geçecek olan gün, küllü rengini gösteriyor kirli binaların arasından. Zaman... Tuhaf ve görece bir kelime. 365 gün deyince gökyüzü kadar ağır geliyor. 1 yıl deyince ise hava kadar hafif. Gözüme ilk değdiğin günden bugüne kadar olan o ağır kısmı, benim aklınla kısıtlı aklım yetmiyor hesaplamaya. Saati ve dakikasına kadar biliyorum. Ama belli ki bunu öğrenmeye yetecek cesaret, etten kendi çabalarıyla sıyrılan tırnak gibi benden ayrılmış. Alışılagelmiş nefret birikintileri eriyip suya karışan kar taneleri gibi yok olmuş. Aslına aykırı, kopyasına gereksiziz artık. Tükettiğimiz nüshalardan birkaç parçamız kalmış gerçekliğimizde. Sayısı belirsiz, hatırlandıkça diğerini tamamlayan anılarsa bilinçaltımızda asılı duran ceketler gibi. Alıp giymiyoruz, çöpe atmıyoruz da.


-Sokak lambaları sönmeden gün doğmaz.


Belki demenin, keşke demenin, tekrar inanmanın, tekrar yanılmanın, tekrar mutlu olup tekrar üzülmenin bir anlamı var mı sence? Hiç bilmiyorum. Umut; ekip biçilebilen bir şey olsaydı, ikimizden çok tüketen insan yaşamazdı bu gezegende. Birbirimizi harcamakta, bitirmekte, hatta yok etmekte üzerimize yok. Hata yapmakta ve onları yüzümüze vurup tekrar farklı yüzsüzlükle geri gelip aynı çaresizlikle buluşmakta ise dünya markasıyız. Ama, "ama" diye bağlanmaya çalışan cümleler gibiyiz. Bir önceki anlamımızın tam tersi. Bir sonrakinin ne olacağı belirsiz... Girdabın içine çekilen deniz gibi çekiyoruz birbirimizi. Ama deniz de biziz.


-Günaydın.