Hayat sanat filmlerinde olduğu gibi değil. Gelip kuytu bir semte fakat en bilineninden, sakinliği kovalar gibi ama yine görünür olmayı umduğun bir yer bulup, cebindeki son iki yüz lirayla, senin bile olmayan, annenden borç aldığın o iki yüz lirayla soğuk biranı içip kanında “öldür kendini” nidaları attıran, yaşamına bir an olsun “anlamlıymış” süsü konduran bu müziklerle, yüzündeki “hafif” makyajınla, üzerindeki bu “özenilmemiş” dikkat çekiciliğinle ve ağzının kenarında, belki gözlerinde, kimi zamansa sızladıkça bayrak gibi sarsılan burun deliklerinde bu hüznün keşfedileceğini umuyorsun yalvarırcasına. Bilmiyorsun ki her keşif yolun sonu, belki başka yeni bir yolun başlangıcıdır. Bilmiyorsun ki her keşif ucuz bir sıkılganlıkla terk edilmeye mahkumdur. Kendi sesine, kendi içine, kendi gövdene öyle küskünsün ki, fark edilmek için yanıp tutuşuyorsun. Sonra çok sigara içiyorsun. İçinde tüten dumanı kamufle etmelisin ya! Zayıfsın. Zayıflığını eze eze hiç edeceğini umarak, oysa ömrünü, kendini, bilincini ezdiğini fark etmeksizin kendini hiç ediyorsun.
Evin yok, evin yok, evin yok senin. Bundan mı böyle kalabalık eyledin gövdeni? Bundan mı böyle kırılganlığı zırhının? Birini görmek, onunla aynı anda tanıdık hissetmek istiyorsun. Oysa biriyle tanışık olmak demek, ortak bir geçmiş demek. Korkardın sen hanidir geçmişinden? Ama tabii, yine bu bilmek laneti sarıyor seni. Konforsuz konforun, alışıldık çaresizliğin. Analık etmeyi pek sevdiğin acıdan çocukların… İyileşirlerse analığın bitecek, her gün besliyorsun onları. Memelerinden öğütmeksizin sancılı anıları, hayat gerçekliğini, kimsesizliğinizi, “yalnızca birbirimiziz”ciliği, hiç esirgemeksizin, kana kana içiriyorsun çocuklarına. Onlar doyuyor, sen doyuyorsun. Sınırsız kaynağın, sınırlı yaşamını onurlandıracak o tek bağın. Otur, ağla. Acı kendine, acınla yan, acınla yıkan. Tasalanma, bir ömür var önünde.
Bir ömür.