Türk edebiyatında asli olan edebiyat türü şiirdir. İlk Türk şair olarak bilinen Uygur Aprin Çor Tigin’den başlayan şiir, asırlar boyunca elbette ki inişli çıkışlı bir şekilde, istikrarlı bir şekilde günümüze kadar ulaşmış olup özellikle Osmanlı devrinde yazının daha çok kullanılması itibariyla çok önemli örnekler göz önünde ve inceleme alanındadır. İlk olarak çoğu kültür oluşumu gibi din merkezli olan şiirimiz daha sonra yayıldıkça yaşama uyum sağlamış, bireyselleşmiş ve başka konularda da yazılmaya başlanmıştır. İlk dönemlerinden başlayarak uzun bir müddet kendi kültürümüzün ürünleri olan savaş, doğa, kahramanlık konularında işlenen şiir hemen hemen ilk olarak Osmanlı döneminde politika aracı olarak kullanılmaya başlanmış ve siyasete alet olmuştur. Kimi zaman padişah yancısı olmak için yazılmış, kimi zaman kellesini kurtarmak için yazılmış, kimi zaman strateji amaçlı kullanılmıştır. Elbette ki sadece bu amaçlarla değil aşk, doğa, din konularında da yazılmaya devam edilmiştir. Bu kadar uzun zaman zarfında, çeşitli akımlar etkisinde ve icra edilen neredeyse tek edebiyat sahası olmasına rağmen edebiyatımızdaki en güzel şiir örnekleri bu zamanda verilmiştir. Tek bir cümleden binbir anlam çıkarılması hatta tek bir kelimenin çeşitli anlamlar ifade etmesi zaten büyük bir ahenkle yazılan şiirde göz ve kulağa hitabı hat safhaya çıkarmıştır. Hiçbir kelimenin anlamı bilinmese dahi büyük bir ahenkle okunabilecek yegane türlerden biridir. Zirvede olduğu uzunca bir süre zarfının sonunda, on sekizinci yüzyılın sonlarında yeni şeyler üretemeyip geçmişi tekrarda kalan divan edebiyatı türü yerini yavaş yavaş ama önce temkinli bir şekilde, devletin durumunu da göz önüne aldığımızda, Avrupa sevdamızın da gitgide artmasıyla Batı kaynaklı edebiyata bırakmıştır.

Batıdan elimize ne geçerse aldığımız bu dönem ( tanzimat dönemi) başta Şinasi’nin öncülük ettiği ve bizi Batı edebiyat kültürüyle tanıştırmasıyla başlamış bir süreçtir. Zaten bundan sonrası o kadar hızlı gelişir ki takip edilmesi çok zor bir süreçtir. Geçmişteki 600 yıl küçük küçük değişimlere uğrayan Türk edebiyatı, bu ve devamında çok hızlı ve endişe verici bir süreç yaşar. Şinasi vatan, millet gibi milli konuları şiire katar ve görülür ki şiir, toplumu yönlendirmede çok iyi bir araçtır. Ülkenin geçirdiği sancılı durumla birlikte ürünler bu şekilde şekil alır. Savaşlarla ilgili, yeni devletle, eski devletle ilgili kimisi kukla rolünde kimisi bireysel ürünler verilir.

Geçmişte mansur-mensur eserler verilmiş olsa Türk edebiyatı roman türüyle on dokuzuncu yüzyılda tanışır. Roman, tiyatro gibi türler başlangıçta gelenekselciler tarafından verilen tepkilere yol açsa da kültürümüzdeki yerini alır, sağlam ve ilgi çekici ürünler verir. Özellikle roman, Batı hayranı olan gruplar tarafından benimsenir ve bu yönde ürünler çoğaltılmaya çalışılır. Şiirde olduğu gibi romanda da devletin durumundan yola çıkarak belirli yönlere halkı çekmek amacıyla taraflı hale gelen eserler verilir. Romanda şiirden daha çok kültürel çarpıtma görülür. Kişinin yürümesi, konuşması, giyinmesi, özel hayatı, her şeyi bizden uzak hale gelmiş toplumu özendirme amaçlı kullanılmıştır. Elbette ki bu amaçla yazılan eserleri tiye alan ürünler de vardır.*


Çok hızlı ve kalbürüstü bir şekilde türden türe atlayan şiir, kısa sürede büyük değişim göstermiştir. Bu değişimler sessiz sedasız bir şekilde olmamış, büyük çatışmaları da beraberinde getirmiştir. Tıpkı günümüzde olduğu gibi eski-yeni tartışmaları şiirde de yaşanmıştır. Sadeleşme, redif-kafiye, konu, içselleşme gibi konular uzun yıllar tartışılmış ve o günlerde ön görülemeyen şu anki şiirin durumuna zemin hazırlanmıştır.

Roman türü o dönemden başlayarak gerek siyasete alet olmasıyla gerek bireysel yazınlar olarak zaman içinde büyük sancıları da tecrübe diye diye cebine atarak Batı romanıyla yarışır hale gelmiştir. Günümüz romanına bakılacak olursa gördükleri her şeyle yapay bir bağlılık kuran baskın neslin de etkisiyle günümüz romanı ancak popülarite amacıyla gündem olmakta, gündem olmak isteyen kitap yazmakta ve bu kişilere bağlılıklarını gösteren kesim ise bu şahısları yazar konumuna sokmaktadır. Kitaplar sosyal medyaya karakter gösterişi yaptırılmak için fotoğraf dekoru olarak kullanılmakta; çok değerli olan asıl yazarlar, romanlar ‘’Kürk Mantolu Madonna" vb. eserler bu yolla tanınmaktadır. Son dönemde popüler olan 'Watpadd' gibi sitelerde yazılan çoğu vasıfsız, kurgudan ve dil bilgisinden uzak olan; konusu cinsellikten öteye gitmeyen kitaplar, yine başka amaçlar doğrultusunda ellerde tutulmakta ve reklamı bol olduğu için görebileceğimiz her yerde gözümüze sokulmaktadır. Belki daha önce eline kalem almamış olan Nejat İşler, Deniz Seki, Esra Erol gibi sanatçılarımız(!) ilgiyi nereden çekeceklerini bildikleri için bu yönde eserler(!) vererek biyografisine ‘yazar’ sıfatı eklemekte, okuyucu av olan kitleyse popüler olmak uğruna bu kişilere destek olmaktadır. Bu şahıslar uğruna gerçek sanatçılar (Hasan Ali Toptaş, Mustafa Kutlu, Adil Erdem Bayazıt...), gösterilmesi gereken rağbeti görememektedirler.

Türk edebiyatında şiirin gelişimi de romandan pek farklı değildir, hatta zannımca günümüzdeki durumu daha vahimdir. Şiir, sosyal medyada duyar kasmak amacıyla kullanılır olmuş, şiirin amacı, tarihi, duygusu bilinmeden sağa sola sırf, "BAKIN BEN ŞİİR OKUYORUM, BİLGİLİYİM," demek amacıyla yapıştırılmaktadır.

Bir konuya daha değinmek isterim. Türk edebiyatında büyük değer gören Orhan Veli, Turgut Uyar, Cahit Zarifoğlu, Ece Ayhan, İlhan Berk gibi isimlerimizin Türk şiirinin belki kolsuz bacaksız hale gelmesini sağlayacağı nereden akla gelebilirdi ki? Elbette ki böyle bir şey söylemek kolay değil. Orhan Veli’nin başlattığı ancak incelendiğinde kendisinin bile uymadığı sade, içsellikten uzak, şemasız şiiri; Turgut Uyar, ACZ, Ece Ayhan, İlhan Berk gibi şairlerin şiirlerinin bazıları yanlış yorumlanıp istenilen yere çekilmesi, bazılarınınsa şairlerin o dönem şiir anlayışlarından dolayı bilerek anlaşılmaz oluşturması sebebiyle (*1, *2) Türk şiiri giderek vasıfsız hale gelmiş, nitelikli şiir üretilememiştir. Bahsettiğimiz şairleri okuyanlar şiir yazmayı hemencecik, apar topar, kelimeleri yan yana getirmek sanmışlar ve bir şiirini mükemmel hale getirmek için dört yıl uğraşan ve "Bende niye bu vasıf yetersiz?" diye yakaran Ahmet Hamdi Tanpınar’ı unutmuşlardır. Şiir hiçbir zaman ölmez, diyen Orhan Veli günümüz şair-şiir durumunu görse o çukura isteyerek atlardı sanırım. Şiir bu haldeyken ilgi şiirden başka yere kaymakta, dalga konusu olmakta ve eski ciddiyetini ve saygınlığını kaybetmiş ve halen etmektedir.

Günümüz tüm eserler roman, şiir, tiyatro vs. baz alındığında siyasete alet olmadan iş çıkarılmasına çok az rastlanmaktadır. Bu da kaliteyi düşürmekte, vasıfsızlığı ve hiçbir şeyliği ortaya çıkarmaktadır. Vasıflı bir iş belli kesimin işine gelmediğinde o kesim tarafından ambargo uygulanmaktadır. Bu engelleme, eserin vasfı incelenmeden yapıldığı için eser geri planda kalmakta, sadece isim yönünden hareket edilmektedir.

Şu an tüm edebiyat alanında içsellikten uzaklaşılmış, insan ruhu unutulmuştur. Zeka ne kadar ön planda olursa olsun ruh gelişmediği sürece zeka her zaman yavan kalacaktır.



* Şık-Hüseyin Rahmi Gürpınar

*2 Denizi gördüm öbür denizlere bakıyordu (İlhan Berk)

*3 "Bazen sözlükten rastgele kelimeler seçerek şiir yazıyorum." (Ülkü Tamer)