Anadolu’nun ıtır kokan havası, cennetin en muntazam parçası gibiydi. Baharın gelişine serenat yapan polen tozları, eşek arılarına meze olan pembe renkli laleler, topraktan yeni doğduğu apaçık belli olan taze kırmızılar içindeki güllerin arasında, kendini taşımakta zorlanan kanatlarıyla antenlerini oynatıp duruyordu. Kerpiç evlerin kare çatılarını ılık ılık üfleyiveren güneş, önce bodur dağların sırtını yalayıp geçiyor sonra dağın başını bir anne edasıyla okşarken birden kerpiç evlerin üzerine düşüveriyordu. Köy, çayırlardan yayılan taptaze çimen kokusuna öyle bürünmüştü ki yağmur sonrası toprak kokusunu harfiyen köyün havasına serpiştirivermişti. Yeşilin o açık, taptaze rengi, çimenlerin saçlarından yakalamış gibi öyle sahiplenmişti ki gören insanlar bu çiğ renge şaşırıp kalıyordu. Kalın, gür saçı andıran sırık buğday başları, en ufak nefeste kopup gidecek gibi yeşil çimenlerin üzerine doğru uzanıyordu.

Kendisinden birkaç metre uzaklıktaki merada, kuzuların ve birkaç koyunun otladığını gördü. Bembeyaz, kar gibi postları içinde sağa sola çocuksu neşeleriyle koşuşturan kuzular ve onları birkaç adım ötede izleyen büyük, parlak tüylü koyunlar arasında onlara bakıyordu. Sonra kuzulardan biri, sol ayağı hafifçe topallayarak anne koyunun yanına geldi ve koyun yan dönerek kuzunun emmesine müsaade etti. Koyun, uzaklarda bir şey arar gibi öyle dalıp gitmişti ki sanki kuzunun onu emdiğini hissetmiyordu. Zeytin göz bebekleri oval, iki çift zarın içinde kâh dönüp duruyor, kâh bir avuç fundalıklarda gidip geliyordu. Kuzunun ince ağzından süt taşıyor, koyun kendisini geri çekip kuzuyu hafifçe itiyordu. Kuzu, en son sütten kaynamış ağzını annesinden çekti ve koyunun sırtını izleyerek çayırlarda kayboldu.


Dağların arkasında, Karaçay’ın gürül gürül akan suyunun sesi köyün ortasından bile duyuluyordu. Güneş yavaş yavaş tahtına oturmaya başlayınca, gökyüzünün koyu lacivert tonu öyle güzel yumuşadı ki insanı bunaltan sıcaklığını hemencecik göz ardı ettirdi. Diyarbakır’ın o kendine has sıcaklığı, kalın ensesinde ve dökülmüş saçlarının çıplak kısımlarına temas ediyor, tişörtünün tenine yapışması onu huzursuz ediyordu. Eski, tabanı aşınmış ayakkabılarının altından yükselen sıcaklık başını döndürüyordu. Sıcak rüzgâr, Karaçay’ın o buz gibi nefesini öyle ihtiyaçla taşıyıp getirmişti ki yüzü ılıklaşmıştı. Elinde saatlerce memleketini de taşıdığı valizi ona ağır gelince yavaşça yeşilliğin üzerine bırakıverdi. Türkistan’ın havasını, suyunu, çocuklarını, anılarını tüm benliğiyle yanında hissedip saatlerce yol tepmiş, gözüne bir an olsun uyku girmemişti. Ayrılığı, özlemi ve çaresizliği taşıyan kurumuş bedeni, korkuluk gibi yemyeşil döşeğin üzerine düşüverecekti. Bedeni öyle sızlıyordu ki kendisini taşıyan bacakları sazlıklar gibi sallanıp duruyordu. Hırıltılı bir nefes çekti. Arkasında, ayakkabıların hışırtı içinde bıraktığı ot halısına basa basa yanına ulaşan adama hafif çekinerek baktı. Ellerini maraba kimliğiyle önüne kurdele gibi bağladığında sessizliğe gömüldü. Dudaklarını yalayıp duruyordu.


"Hoş geldin, kardeşim. Çok beklemedin ya?’" Genç adam, eline para sıkıştırılmış bir çocuğun utangaçlığıyla öyle kızardı ki kafasını güç bela yaşlı adama çevirebildi. "Yok. Yeni geldim sayılır." Her bir harfi büyük lokma yemiş gibi ağzının içinde geveleyip duruyordu. Türkçesi çok iyi değildi. Yaşlı adam, o biçare ve memleketinden zoraki kopup gelen bu adama öyle acıdı ki neredeyse önünde saygı maksadıyla birleştirdiği kollarını bir çırpıda ayırıverecekti. Üzerinde çok ince fakat baharın aldatıcı havasına pek de uygun olmayan kirli kahve eprimiş yeleği, ince, kurumuş kalmış bacaklarına iki beden bol gelmiş kumaş pantolonu, ayağında siyah, tabanı kâğıt gibi incecik kalmış ayakkabısıyla adama bakarken, tek göz valiziyle köyün orta yerinde emanet durması içini sızlatmıştı. Elini, genç adamın kemik torbasını andıran omuzlarına koyduğunda diğer eliyle bodur dağları karşısına alan kerpiç evi işaret etti, "Gel kardeşim, gel. Çok yorulmuşsundur şimdi. Gel de dinlen, bir iki lokma bir şey ye. Tanrı misafirini böyle bekletmek olur mu?" derken coşkuyla bir yandan genç adamı çocuğu gibi bağrına bastırıyordu. Adam, kendisini coşkuyla karşılayan bu adama öyle sıkı sarıldı ki memleketinin acımsı hissiyatını bir anlığına göz ardı etti. Birlikte iki adımlık eve yavaşça girdiklerinde aşınmış meşe kapıyı ardından kapattılar.


Evi boydan boya sarmış isli duvarın insanı hantallaştıran havasına karşın yine de içini huzurla dolduran aidiyetlik hissi, genç adamı bir nebze umutlandırmıştı. Duvarda eski, altın sarısı saat bir oraya bir buraya sallanıp duruyordu ve duvara kim olduğunu bilmediği epeyce yaşlı bir kadın fotoğrafı asılmıştı. Odanın ortasında iki tane çekyat ve çok eski bir kuzine vardı. Beton yere Hereke halısı serilmişti. Neredeyse tüm odayı kaplıyor, capcanlı renkleri gözlerini kamaştırıyordu. İki göz odası vardı ve tuvaleti evin dışında, meraya yakındı. Yaşlı adam, onu çeşit çeşit nakışlı, kabartmalı büyük yastıklara buyur etti. Genç adam, öyle yavaş ve sessizce yastıklara oturdu ki kaplumbağa bile ondan hızlıydı. Sol bacağını altına aldı, sağ bacağını baston gibi kolunun altına dayanak yaptı. Yaşlı adam, oturmadan yüzüne şefkatle baktı: "Açsındır şimdi oğlum. Sana hemen yiyecek bir şeyler getireyim." Onay beklemeden hızlıca kaybolduğunda genç adam, bir süre gözlerini dinlendirdi. Şimdi şu minderin üzerine boylu boyunca uzansa ne de iyi olurdu. Gözleri sanki çivilenmiş gibi sızım sızım sızlıyordu. Yaşlı adam, birkaç dakika sonra elinde tepsiyle göründüğünde kendini daha bir toparladı. "Kusura kalma oğlum. Sana daha mükellef bir sofra kurmak isterdim ama daha buradasın inşallah." derken sesi mahcup çıkıyordu. "Olur mu öyle şey amca? Allah razı olsun."


Tepsiyi genç adamın önüne süren yaşlı adam, eliyle midesini işaret etti. "Sen gelmeden önce yedim oğlum. Rahatça ye sen." Genç adam, tepsiye özenle konulan serbizer çorbasıyla kavurmalı dolmaya iştahı kabararak baktığında öyle bir hızda yemeye başladı ki yaşlı adam, rahatça yesin diye hiç ondan tarafa bakmadı. Yemeği bitince de biçare yüzüne elma kanı oturdu sanki. "Allah var etsin amca." derken doygunluğun verdiği hisle sesi daha bir tok çıkıyordu. İçi öyle huzur dolmuştu ki az önce pençesine düştüğü yabanıl histen bir anlık kurtulduğunu düşündü.


"Anlat bakalım oğul. Türkmenistan’da durumlar nasıl? Çoluk çocuğun, hanımın? İyiler mi hepsi?" Genç adam, kurtulduğu yabanıl hissin bir anda koynuna düştüğünü anladı. "Çok şükür amca, hepsi de iyi. Memleket hiç iyi değil. İş, aş öyle muhtacız ki kendimi buraya zor attım." Yaşlı adam, batıkla dolu çenesini ovuşturduğunda dudaklarını büzdü. "Allah yardımcınız olsun. Babanla yıllarca birlikte çalıştık, ekmeğimizi bölüştük. Senin geleceğini söyleyince yüreğim ışıldadı. Öyle şerefli bir babadan böyle pırlanta gibi çocuk tesadüf olur mu? Sen hiç merak etme, hayvancılık yapar geçimini sağlarsın. Burada da rahat et. Ben yabancı değilim." derken genç adamın elini babacan bir edayla sıktı. "Şimdi yemeğin üstüne bir güzel uyku çekersin, yarın da gün ağarırken kalkar meraya gidersin, oldu mu oğul? Bugün bir güzel dinlen. Arka odada yatağın, her bir ihtiyacın hazır. İhtiyacını gidereceksen lavabo dışarıda, tamam mı?" Genç adam, kendisine gösterilen ilgi ve alakaya hasretle bakarken kendini kaldırdı ve yaşlı adamın elini hürmetle öptü. "Çok sağ ol amca. Allah uzun ömürler versin sana." Yaşlı adam, genç adamın sırtını sıvazladı ve onu odasına gönderdi. Bu genç, ona hem yardımcı hem yoldaş hem de arkadaş olacaktı. Tutmayan bacaklarına baston, yalnız kalbini tazeleyecek kan olacaktı.


Genç adam, tek çekyat bir de gömme dolapla döşeli odaya göz attığında yeleğini çıkararak pikenin altına girdi. Gözleri öyle bir açlıkla kapandı ki gün ağarana değin hiç uyanmadı.


Şafak, kırmızımsı yanaklarını sivri çeneli dağcıkların üzerine atıvermişti. Meşe ağaçlarının dalları, yaprakları ve üzerine kapanan çiğ taneleri, şafağın o haşin kırmızılığına bulanmıştı. Şafak; kerpiç evlerin soğuk, kir, pas duvarlarını öyle güzel boyuyordu ki havada süzülen kuşların iri iri kanatları çatılara bir yükseliyor bir iniyordu. Köy, öyle sessizlik içindeydi ki sanki terk edilmiş de bir tek kendisiyle hayvanları kalmıştı. Koyunlar, kabarık başlarını otlara gömmüş, turunculuğun yumuşak tonunda yıkanıp duruyorlardı. Birkaç eşek arısı, yeni uyanmış kanatlarını havada çırpıp duruyor, hazır olduğunda küçük fundalığa gidiyordu.


Genç adam, otların üzerine uzanan ayakkabı sesiyle kafasını arkaya çevirdiğinde elli-elli beş yaşlarında Türkmenlere benzeyen bir kadın, dökülecek gibi duran bakır testiyi kendisine uzatırken, gözlerini çekinerek yeşil çimenlere bıraktı.


"Günaydın, oğlum. Köye yeni geldiğinizi duydum. Ben de size ekşi ayran getirmek istedim. Serinlersiniz." Kadın, bembeyaz tenine sarmaladığı zümrüt yeşili başörtüsünü dudaklarına doğru örttüğünde kumral saç demeti alnına döküldü. Gözleri hafif şiş ve kırış kırıştı. Boydan boya pardösü giymişti. "Türkmen misiniz oğlum?" Genç adam, kadının kendisi gibi tıpatıp kahve gözlerine bakarken yanıtladı, "Evet, teyze. Karım, babam ve çocuklarıma bakabilmek için geldim buraya. Gurbet öyle zor ki...’’ derken bodur dağların arasında süzülen kuşlara baktı. Aklı hep ailesindeydi. "Ben de yirmi beş yıl önce Türkmenistan’dan buraya geldim. İlk eşim Türkmen'di, onunla anlaşamayınca ayrıldım ve Türkiye’ye geldim. Burada da ikinci evliliğimi yaptım." Türkmen kadın, genç adamın kendisini sessizce süzdüğünü görünce onu bu dalgınlıktan kurtarmak istedi. "Peki, annen yok mu oğlum?" Genç adam, kadına öyle derin baktı ki gözlerini zoraki kaçırabildi. "Vefat etti, teyze. Yüzünü bile hatırlamıyorum." dedi elindeki köpüklü, beyaz tabakaya bakarken. Aniden kafasını kaldırdı ve inci gibi zeytinlere tebessüm ederek baktı. "Ayran için sağ ol teyze. Kendimi bir an gurbette hissetmedim." Kadın, başörtüsünün altından silikleşen dudaklarıyla tebessüm etti. "Lafı mı olur oğlum, ben hep buradayım. Bak, muhtarın evinin hemen bitişiğindeyim." Eliyle genç adamın kaldığı evi işaret ediyordu. "Bir şeye ihtiyacın olursa haber et. Allah’a emanet. Evde yapılacak işlerim var. Kolay gelsin sana, oğul." Genç adam, kafasını minnetle salladığında içinden kadına dua etti. Gurbette kendi hemşerisini gördüğüne ne de mutlu olmuştu. Çocuk gibi hayvanlarla koştu, otlattı, gurbetliğini unuttu.


Günler günleri kovalarken şafak, evlere ve Karaçay’ın serin sularına doğduğunda uyanıyor, hayvanları otlatırken derin düşüncelere dalıyordu. Meşe ağacının altına koyduğu kütüğün üzerine oturuyor, ailesine birkaç satır mektup yazarak zaman geçiriyordu. Kilo almış, dinç bir delikanlı olmuştu. Bir sabah yaşlı adam muhtarlığa gitmiş, kendisinin ikamet kaydını çıkartmıştı. Günleri dolu dolu geçiyordu. Akşamları yaşlı adamla yemeğini yiyor, sabahları ve öğlenleri Türkmen kadın ona yemek getiriyordu. Türkmen kadın, ona öyle davranıyordu ki bilhassa öz oğlu olduğunu düşünüyordu. Kendisini hiç aç koymuyor, yere serdiği sofra bezinin üstünde hiç konuşmadan yemeklerini yiyorlardı. Bazen kafasını dizine yatırıyor, seyrek saçlarını okşuyor, türkü mırıldanıyordu. Ona, sol bileğindeki kırmızı damarlı doğum lekesini dahi göstermişti. Kadın, doğum lekesine öyle hayretler içinde bakmıştı ki adını birkaç kez söyleme ihtiyacı hissetmişti.


Bahar, tüm köye giydirdiği renkli kostümleri içinde öyle iç açıcı ve umut vaat ediciydi ki ana fundalıkların onlarca çocuğu doğuvermişti Diyarbakır çayırlıklarında. Genç adam, bir yılı devirdiği bu köyde ilk kez ters bir gün olduğunu anladı. Türkmen kadın o gün gelmemişti. Sonraki günlerde ne sesini duyabildi ne de kendisini görebildi. Aklını, yüreğini öyle bir kasvet sardı ki kararmış tenini parıldatan ter damlalarını gebe bırakarak köyü ablukaya aldı. Çayırlığı, merayı, köydeki tüm komşuları ve hatta kadının evini bile soruşturdu. Kimse bilmiyordu. Türkmen kadın, Diyarbakır’ın bunaltıcı havasına karışıp yok olmuştu sanki. Kuzuların meleştiği, insanın tenine batan güneş ışınları ve tüm çıplaklığıyla köye serilen lacivert gökyüzüne bakarken, bilhassa çaresizlik ve hüzün içindeydi. Aniden yüreğinde, onu yakıp kavuran huzursuzluk hissiyatının kanını fokur fokur kaynattığını hissetti. Sanki vücuduna sarılmış halatlarla Karaçay’ın buz gibi suretine çekilip duruyordu. Ansızın, bacakları sahibini unutmuşçasına öyle bir koşmaya başladı ki az kalsın çayırlıkta yuvarlanıverecekti. Arkasında, onunla gelen göçmen hissini ateşli bir sanrıyla yeniden bağrına basıyordu.


Şelalenin fokur fokur taşlara, kayalara çarpıp ses çıkardığı, denizin azgın dalgasını ayak dibine sürüverdiği Karaçay’ın ortasında hissizce duruyordu. O kuvvetli bacakları öyle güçsüzleşti ki köye ilk geldiği günkü acizliği tam da üzerine giyinivermişti. Dizlerinin üzerine çöktü ve böğrünü yararak ağlamaya başladı. Ellerini dizlerine vuruyor, canı yanıyor, saçlarını çekiştiriyordu. Sesi öyle gürdü ki Karaçay’ın edepsiz sesini bile bastırıyordu. Kuşlar, kanatlarını döke döke uzaklaşıyor, su ayaklarına vurup geri kaçıyordu. Türkmen kadın, Karaçay’ın halısına serilmiş uzanıyordu. Gözleri açıktı. Beyaz dudakları mutluydu. Kara yosunlar kadının saçını avuçluyor, başörtüsü bayrak gibi denizin ortasında bir dalgalanıp bir dinginleşiyordu. Öyle refah içinde serilmişti ki gören huzur içinde uzandığını sanırdı. Kolları kuş kanadı gibi iki yanına uzanmış, denizin kıyısından gittikçe uzaklaşıyordu. Ellerini çocuk gibi yüzüne örttü ve tuzlu suyun her bir zerresini kavurduğunu hissetti. Sivri taşların üzerine serilirken, kanlı gözlerini Türkmen kadının sıyrılmış sol bileğine bıraktı; aynı kendisinde olduğu gibi, sol bileğinde kıpkırmızı damarlı doğum lekesinden vardı.