Dünya hali hazırda, mutluluk veren bir yer değildi. Üzerine yeni bir dünya inşa ettik. İnşa ettiğimiz bu dünyanın, hali hazırda varlığını sürdüren dünyadan hiçbir farkı yoktu.

Farklılık denemeyecek kadar ufak bir kaç şey dışında. Ardından, bu inşa ettiğimiz dünyanın içinde yeni dünyalar keşfettik, kimi birbiri içine geçmiş kimi ise ötekinden farklı olan

farklı alanları ilgilendiren dünyalardı. Yalnız değişmeyen tek şey, insanın ayakta kalması, dünyanın gereksinimi ve kuralları her ne olursa olsun, insan istikrarlı olmalı.

Sağlam adımlar ile yoluna devam etmeliydi. İşte, iç içe dünyaları birbirine bağlayan şey bunlardı, durmamak ve içinde yaşayan insanlar olması. Tıpkı, çarkta koşan farelerin dünyası gibi, durmamak, durmamak, çarkta koşmak, çark, koşmak, koşmak.


Hiç düşündünüz mü bilmem ama, Tanrının yarattığı dünya bile böyleydi. İnsan duramazdı, insan ayakta kalmalı, yaşamalı, yaşamak için avlanmalı, gerekirse kendi ırkını katletmeliydi.

Bir evladın babasına bu denli benzeyeceği, kimin aklına gelirdi? Tanrının yarattığı dünyayı fethettiğini zannedince insanlar, artık kendi ırklarını, tek tek insan dostlarını fethetmek

istediler. İşte savaşlar başladı, ideolojiler kuruldu, ırkçılık var oldu. Bu sırada, kimileri bunun için Tanrıyı suçladı. Yalnız Tanrının yarattığı dünya, bizim yarattığımız kadar,

acımasız olamazdı. Benzeşimler olsa dahi, Tanrı; Tanrılara değil, farelere çarkta koşma görevi verdi, yani kendinden daha küçük olduğuna emin olduğu varlıklara. Bizim oluşturduğumuz,

dünyada ise, İnsan; kendini beslesin diye, insanı köle seçti, daha çok yiyebilmek için insanı aç bıraktı, daha çok yaşamak için insanı öldürdü, daha çok zengin olmak için insanı fakir kıldı.

Bu tehlikeli Tanrıcılık oyunumuzun, en ama en eksik ve asla ulaşamayacağımız( Ya da öyle sandığımız) noktası, kendimizden daha aşağılık, hor görülebilir bir varlığı yaratamıyor olmamızdı.

Bunun için ulaşılması güç merdivenler yarattık, doğan insan evladına, aklı başına geldiği ilk an o merdivenin en sonuna ulaşabileceğini söyledik. Tıpkı cennet gibi, öyle değil mi?

Evet, dünyalar yarattığımız gibi, cennetlerde yarattık. Öyle ki, cennete giden yolun kendisi cehennemdi. Merdivenler koşulmaya değer miydi? Bilinmez. Yalnız durmamız istenmezdi,

hep bir adım daha atmamız gerekirdi. Bu adımları atmamız için motivasyon ve destekleyici içerikler bile yarattık. Bu iş o kadar çığrından çıktı ki bundan hiçbir çıkarı olmayan, iyi niyetli insanlar bile, diğer insanlara bir umut olma arzusuyla bir adım daha atmamızı destekleyen şeyler doğurdu dünyaya. Bunun olması gayet doğaldı. Yarattığımız dünyada ne varsa hepsini işe yarar hale getirmeliydik. Sanat bunların başlıca geleniydi. En gereksiz şeyler içinde en gerekli olan sanat bile, bu dünyanın vahiy edilmiş bir kutsalı haline getirildi ve kademe kademe, tüm herkesin tüketebileceği şeyler haline getirildi. Evet bunu biz yaptık. Bu resmen şuna benziyordu; Bal'a alerjisi olan bir topluluk için bal'a benzeyen ama tam manası ile bal olmayan bir gıda üretmeye benziyordu. Nihayetinde, sanat, artık "sanat" olmuştu. Oysa dünya bu kadar göreceli olmamalıydı. Zira yarattığımız dünyada her kavramın içi boşaltılabiliyor, tırnak işaretleri arasına sıkıştırılarak, boşaltılanın yerine istediklerimiz artık konulabiliyordu. Evet, bunu hep beraber yaptık. O kadar ileri gittik ki Yaşam bile "Yaşam"a dönüştü.

Kesinlikle şunu biliyorum ki dünya ilk haliyle durmamız gereken bir yer değildi, sürekli tetikte olmamız gereken, sürekli ama sürekli ayakta kalmamız gereken bir yerdi. Biz insanlar, gelişen teknoloji ile tüm bunlardan kurtulabilirdik. Biz insanlar, gelişen teknoloji ile yürümekten kurtulabiliriz, bir umut ve ayakta kalmak için bir sebep haline getirilene dek tam manası ile mükemmel bir düşünceydi. Oltanın ucuna takılacak bir havuç haline gelene dek. Yarattığımız yeni dünya, Tanrının yaratımına pek benzemiyor olsa bile, yeni bir dünya yarattık.

Tüm her şeyin sonrasında, muhtemelen daha sonraları fark edeceğiniz bir şey daha yaptık. Tanrının bize bahşettiğini söyleyebileceğimiz doğa, artık devlet ve hükumetlerin bizlere,

lütfettikleri şeylere dönüştü. Doğa bizi çevreleyen bir şey olması gerekirken bu yetisi ondan alınarak yalnızca yeni dünyanın insanlara hediyesi ve isterse bahşettiği bir şey haline geldi.

Doğa; yeni dünyanın doğasını, yani beton, demir ve tuğlalardan oluşturulmuş yapıların üzerine konması gereken, bundan başka bir işe yaramayan, gereksiz bir olgu haline getirildi.

Şuradan anlayabiliriz ki, seçimler için hazırlanan, partilerin, bla bla bla bahçesi diyerek adlandırdıkları yeşilimsi yapılar, "Bakın bakın işte bu yeşilliği bizlert yaptık" denerek

insanlardan oy devşirmek için lütuf edilen bir şey haline geldi. İyi ama, Tanrı’nın dünyasında yeşillikler vardı, bunu yarattığınız yeni dünya bizlerden aldı, diyebilecek bir grubun olmaması ne kadar da üzücü öyle değil mi? Ayrıca doğanın içinde olan devridaim şeyler gibi bizde yeni dünyamızda devridaim yapılar kurduk. İnsanın kahkaha atası geliyor, ki inanın bunları yazarken ara sıra tebessüm ediyor, insanlığın bu kadar aptal olmasına hayret edip kahkahalar atıyorum. Küçük bir bölünmenin ardından, gelin size yeni devirdaimi anlatayım. Yağmurlar yağar, yer yüzü depolarını doldurur, ardından yeniden buharlaşır ve gökyüzünde tekrar yeryüzüne yağmak üzere depolanır Tanrının dünyasında. Biz ise para diye bir şey yarattık. Yeni dünyanın, insan tanrıları, ilk önce oturdukları yukarıdan aşağıya göndermek üzere paralar yarattılar, ardından insanların parayı çoğaltarak kendilerine tekrar nasıl verebileceğine karar verdiler.

Para gökten (bankalardan) insanların başlarına (çoğu zaman boş cüzdanlarına) yağdı. İnsanlar bu parayla bir şeyler alınabildiğini öğrendi, aldılar, aldılar, daha fazla istediler ve parayı nasıl kazanabileceklerini öğrendiler. O kadar fazla yolu vardı ki bunun, insan tanrılar buna bir kısıtlama getirmemişlerdi, çünkü katlanarak çoğalan, üretilen paranın,

tekrar gökyüzüne doğru buharlaşacağından emindiler. Ve evet, her şey tamamdı, tüm fareler çarktan aşağı inip koşmayı bırakmadıkları sürece, tanrıcılık oynayan insanların yarattığı dünya,

asla yok olmayacaktı. Ama hala şunu düşünmekten alıkoyamıyorum kendimi. Asıl Tanrı’nın yarattığı dünyada da, biz insanlar yürümeyi bıraksaydık, Tanrı ne yapardı? Bir diğer soru ise biz insanlar, kendimizin tanrısı olmak için mi tanrıcılık oynuyoruz yoksa bizi yaratan Tanrı’yı bulmanın ve ulaşmanın tek yolu bu olduğu için mi? Neden durmuyoruz? Ve bazı fareler, diğer farelerden neden daha fazla eşit?