Hayat, çoğu zaman, ardında gölge gibi süzülen bir gövde gibi insana yapışır. İnsan yaşamak isterken, bir şekilde yaşamaktan yorulmuş gibi hisseder. Kendi hayallerinin peşinden gitmek isterken, bir yığın yük, her adımda onu daha da aşağı çeker. Yaşamak isteyip yaşayamadığı bir dünyada, insanın yüreği, çoğu zaman nehrin kenarında, akıntının yönünü izlerken kaybolan bir dal parçası gibidir. Her zaman özgür olma arzusuyla yanar, ama bir o kadar da zincirlerle bağlanmıştır. Bir şekilde, bir zorunluluk içinde sıkışıp kalır. Hayatta kalmak için yaşamak zorunda kalır, fakat yaşamaktan ne kadar uzaklaştığını her geçen gün biraz daha hisseder. Bazen, rüyaların ötesinde, gerçeklik o kadar soğuk ve sessizdir ki, yaşamanın yalnızca bir yükten ibaret olduğunu düşünürsün. İstediği şey, belki de yalnızca bir an, kendi istediği gibi nefes almak, ruhunun derinliklerine dokunabilmek ve o anı tam olarak yaşamak. Ama o an, elleri arasından kayar, çünkü yaşamak, çoğu zaman istemekle mümkün değildir. Hayat, bazen acı veren bir dansa dönüşür. Bir adım ileri, iki adım geri. Her hareket, bir kayıp, her adım bir zorunluluk olur. İnsan, içinde bir yerlerde, belki de yıllardır gömülü olan bir huzuru arar. Ama nehirdeki kayık gibi, durmaksızın sürüklenir. Ve o huzuru bulma ümidi, arada kaybolan bir yansıma gibi, bir an gözlerine takılır, sonra kaybolur. Ve sonunda, o zorunluluk, hayatın ta kendisi olur. İnsan, yaşamayı dilediği halde, yaşamak zorunda olduğu her gün, kendi arzusunun esiri olur.