Hayat nedir, dünyaya geliş amacımız nedir, diye aklından geçiren herkes aslında birer filozof. Sadece her düşündüğümüzü yazan bir sistem yok, ellerimiz dışında... Bunu fark ettikten sonra aklımdan geçen her şeyi yazmaya karar verdim. Sorgularken yazmaya, düşünürken yazmaya karar verdim.
Hayalimde hep çok büyük bir yazar olmak vardı. İyi yazdığımı düşünürdüm. Sevdiğimi de söylerdim ama çelişen bazı şeyler vardı. Ben hiçbir şey yazmıyordum. Okul ödevleri dışında hiçbir şey... Bunu fark etmek de etkili oldu başlamamda. Düşünceler peşimi bıraksın diye kelimelere dökmek istedim sözlerimi. Düşünceler daha fazla canımı yakmasın diye boşalttım içimi. Düşünceler sardı mı insanı, kaçışı paylaşmaktır yazmak. Bastırdığın her an o inatla aklına gelmeye devam edecektir. Halbuki insan paylaşmalı. Bu paylaşma herhangi bir şekilde olabilir, yazarak veya konuşarak... Sen kafanda kendi kendine dertleştiğini zannederken içeride tek bir kişi vardır ve bu konuyu kafanda büyütüp duruyordur, halbuki yapman gereken şey bunu kabul edip paylaşmak. İstersen yazarak kendine, istersen konuşarak başka bir insana... Ben bu yolu seçtim. İnsan beyninin karmaşıklığını dökeceğim belki de buraya. Düşünsenize, kaç tane Tolstoy, kaç tane Nietzsche, kaç tane Dostoyevskiler sırf kafalarında büyütmekten yazamamışlardır ya da düşüncelerini kâğıda nasıl dökeceğini bilememekten büyülememiştir sıra dışı düşünceleriyle. Herkesin düşündüğünü kâğıda aktarabildiğini düşünsenize. Ne kadar çok okunacak şey olurdu!
Doğru veya yanlış, felsefeyi felsefe yapan sorgulayıp kendi cevabını oluşturmandır. Duyduğumuz isimleri herkesten ayıran, düşüncelerinin fotokopisini çıkarma işini iyi yapanlar olmalarıdır. Okuma yazma bilmeyen insanlar var. İnanabiliyor musunuz, gerçekten inanabiliyor musunuz? İster inanın ister inanmayın ama var. Bu bir gerçek. Bu belki bir zorunluluk değil ama 21. yüzyılda okuma yazma bilmemek tamamıyla bir eksiklik. Sırf bu yüzden de ne düşündüğünü söyleyemeyen bir kitle var. Bir de bunun tam tersi var: Hiç konuşmayan kitle, bizim nesil... Sosyal medyanın getirdiği durum yani kısaca... Ben arkadaşımla artık mesaj üzerinden onun sesini hiç duymadan anlaşabiliyorum. Ve anlaştığımız saat de birbirimizi görüyoruz. Böyle düşününce ne normal ama düşünün ki 250 yıl önceki biri geldi buraya, ne anlar ki mesajlaşmaktan? Bu yeni bir şey, insanlık değişiyor. İnsanlığın belki de en önemli dönüm noktalarından birindeyiz. İnsanlar konuşmayı kesti, kesmeye devam ediyor. Kimi zaman yaşıyoruz eski nesille bu mesajlaşmayı anlamama durumunu ama alıştılar sayılır.
Demek istediğim, sosyal medya susturdu bizi. Zaten paylaşma ihtiyacı olan insana bir darbe daha vurdu. Hiç konuşmamaya başladık. Tabii bu konuşmama durumu psikolojik vakaları da arttırdı. Herkes susarak, içine atarak büyüdü. Çünkü sosyal medyada fikri ne olursa olsun, saçma veya doğru (size göre saçma veya doğru çünkü hiçbir fikir aslında yanlışlanamaz.) sizin fikrinize uymuyor diye linçleyebiliyorsunuz. Ortaya atılan hiçbir fikir saçma değildir. İnsanidir. İnsanın her türlüsü vardır çünkü, çok zekisi de çok aptalı da... Burada kimseye aptal da demiyorum. Belki de ben o aptal grubunun içindeyim. Ama düşüncemi bu sefer paylaşmaya karar verdim. Bu riski bugün almak çok zordur. Hele benim gibi içine atarak büyüdüyseniz... Hâlâ öyleyim gerçi. Ama artık fiziksel düşünce dediğim olay başıma geldi. Düşünce ne yaptı, ne etti, çıktı oradan ve işin en güzel tarafı artık bu davetsiz misafir gelmeyecek. Daha doğrusu davetsiz misafir olarak gelmeyecek. Gelecek, geldiği gibi dışarı çıkacak. Bakalım nasıl bir karmaşa ortaya çıkacak? Siz de yayın karmaşalarınızı. Siz de bu eşsiz durumu tadın. Sadece bunu yapın. Aklınıza gelen her şeyi yazın. Eskiden kitap okurken nasıl bu kadar uzatılır, diyordum ama artık hangi kitabın uzatılmak için uzatıldığını hangi kitabınsa yazarın karmaşasının fotokopisi olduğunu ayırt edebiliyorum. Ve bu çok değerli. Umarım herkes bu zevke ulaşır.
Hangi filozof bugün yaşasa özgürce yazabilirdi ki? Özellikle Türkiye’de. Bunu yazarken bile korkmaya çok üzülüyorum. Evet korkuyorum çünkü herkese yapılan gibi düşüncelerimden dolayı tutuklanmaktan korkuyorum. Ama paylaşmaktan korkmuyorum. Paylaşmak gerektiğini savunuyorum. Sonucu ne olursa olsun paylaşmak gerektiğini düşünüyorum. Hakaret veya saygısızlık olayı da kişinin tamamen karakterine kalmış. Sırf söyleyiş biçiminden kişiye ceza veremezsin. Kimisi bunu hakaret ederek yapmış, kimisi tatlı bir dille... Düşünceniz her şekilde opozit. Ama sen sırf o hakareti seçti diye kişinin özgürlüğünü kısıtlayabiliyorsun, bunun bir karakter meselesi olduğunu unutuyorsun. Kimisi hakaret ederek, kimisi gerçekten sorgulayarak, senden cevap isteyerek tartışır. Hangisini seçtiğin senin de kim olduğunu gösteriyor.
Siyaset sevmem. Ama uzak kalmak zor bu ülkede, bir şekilde bir konudan içine giriyorsun ya da girmek zorunda hissediyorsun. Bu çok var bizim jenerasyonumuzda. Paylaşma hastalığı... Herkesin bildiği bir şeyi herkes paylaşıyor diye paylaşmak zorunda olma ihtiyacı. Çok üzücü. Yapmayın. İnandığınız şeyleri kendiniz seçin. Size öğretilmesine izin vermeyin. Sorgulayın. Her şeyi... Böylesi inanç içinde, inançsızlık içinde daha değerli, daha samimidir bu.
Konumuza dönelim: Düşünsenize, Nietzsche tweet atıyor: Tanrı öldü! Bir de Türkçe atıyor. Eyvah! Bir filozof daha hapislerde sürünecek. “Toplumu inançsızlığa sevk ettiğinden tutuklanmıştır!” E sen kendin inançlı olmaya sevk ediyorsun insanları, öbür olasılığa inanmıyorsun tamam ama neden saygı göstermiyorsun? Sırf sen öyle düşünüyorsun diye, tersi düşünceye sevk etmek suç mu oluyor? Çok üzülüyorum, çok. Doğru sistem, doğru hayat, doğru inanç asla ama asla olamayacak. Hep sorgulamaya devam edeceğiz. Hep bir şeylerden mutsuz olacağız. Kendimizi bulduğumuzu sanacağız. Yine vuracak bir yerden hayat. Mutsuz olup yaşamayı öğreneceğiz. Mutsuz olup huzurlu olmayı ama nasıl mutlu olabiliriz ki bilmeden sonuçlarını diğer olasılıkların? Diğer ihtimali seçseydim, darken “Ya Tanrı varsa.” diye düşünürken hayatın sonuna geleceğiz. Ama bunu asla bizim dünyamızda bilemeyeceğiz. Belki “başka” dünyada evet ama “aynı” olmayacak.
Hayat kısa. Gerçekten çok kısa. Bakın size ne kadar kısa olduğunu betimlemeye çalışayım. Hissetmeye çalışın dediğimi. Bir zamanlar, sizin hissettiğiniz varlık hissini Fatih Sultan Mehmet hissediyordu. Gerçekti bu insanlar. Sadece tarih değil, sizin kadar gerçek. Dönem aynı değildi, ama insan aynıydı. İnsan yapısı aynıydı. İnsanlar dönemleri değiştirdikçe, kendilerini değiştirdiler. Her gelen bir öncekini geliştirmeye çalıştı. Her zaman var oldu ama geliştirmeyi başarabilen... Ve bugüne geldik. İnsanlığın gerilediği ama dünyanın bir aksine epey ilerde olduğu bir dönemdeyiz. Sistem hepimizi aynı yapıyor. Whatsapp'ı olmayan bir kişi var mıdır bizim jenerasyonda? Bir tane aykırıya izin veriyor mu sistem? Direk dışlıyor. İzin vermiyor senin de bir seçenek olmana. Tabii ki bu tespiti yaparken sosyolojik farkları, ekonomik imkansızlıkları ayırmak gerek. Benim yaptığım tespit aynı toplumun insanları. Bu tespiti genelleyerek herkes için geçerli olduğunu söylemek mümkün olmayacaktır. Çünkü insan yaşadığı yere göre de şekillenir. Örneğin Whatsapp kullanmayan grubun da mutlaka bir dışlama sebebi olacaktır. Çünkü insanın doğasında vardır bu. Sana benzemeyenden uzak dur. Bu eskiden küçük gruplar halinde olurken artık kitleler halinde dışlanmamak için birbirimizi taklit etmeye başladık. Herkes siyasetçi, herkes sanatçı, herkes doktor, mühendis. Herkes kendini bir role girmek zorunda hissediyor. Sen kimsin dediklerinde öğrenciyim, diyor, adını söylüyor. En fazla soyadını söylüyor. Ama kim olduğunu, gerçekten kendini kim olarak tanımladığını söylemiyor. Tabii ki her "Sen kimsin?" sorusuna bu cevabı veremeyiz, dışlanabiliriz. Ancak kendi içimizde de düşünmüyorsak ve paylaşamıyorsak sıkıntı büyük.
Ben de bilmiyorum kim olduğumu. Bende sıkıntı büyük. Ben kendim ararken kim olduğumu burada bulmaya çalışıyorum. Kelimelerin gücünde... Aklıma gelen her şeyi yazarak yapıyorum bunu.
Kimim ben? Bu kısacık ve belki de kimi inanca göre tek hayatında hayatın sana yaşattıklarını yaşayan biri mi? Yoksa her şeyi sorgulayan, hayatı keşfetmeye çalışan biri mi? Kendim uzun yıllar "2. hisseden 1." şeklinde tanımlasam yanlış olmayacaktır. Hiçbir şey yapmadım ilki için. Hayatın bana sunduğu, hakkımı yemeyeyim, benim de katkımla olan başarıları yaşamaya devam edebilirdim ama bu sistemin istediği olurdu. Aykırı düşünemezdim. Üniversite okumak istemiyorum diyebilmek bir seçenek bile değil. Ben isterdim, o ayrı. Ama bu seçenek olmadığı gerçeğini değiştirmiyor. Ama artık bunu değiştirmeye, en başta kendimi sorgulamaya karar verdim. Sen kimsin?
Bilmiyorum kim olduğumu. Asla da bulamayacağım. Beş yıl önce o çocuğa sorulan "Kimsin sen?" sorusunu düşünüyorum. Neler derdi o çocuk? Bugünkü ben neler diyor? Değişiyoruz. Asla kim olduğumuzu keşfedemeyeceğiz. Keşfettikçe gelişeceğiz. Bizi keşfetmek geliştirecek. Sen sordukça düşüncelerin değişecek. Bir fikrin oluşacak. Ama ilk adım, o sormaya başlama adımı çok önemli.
Toplumun doğrularını yaşayan biriyim ben de. Sırf toplum istemiyor diye bazı doğrularını gizleyen biri oldum hep. Benim doğrularıma yakın olduğunu düşündüğüm kitle ne derse onu yaptım. Herkesin yaptığı gibi... Ama bir kere açıp sorgulamadım. Ben neden bunu istiyorum, gerçekten istiyor muyum?
Hangimiz yapmadık bunu? Ah, o düşünceler bir çıkabilseydi oradan. Neler neler duyardık... Her insan özeldir, kendine hastır. Nasıl olur da bir başkasıyla tamamen aynı düşünür ki? Düşünemeyiz. Ancak toplum; senin anlamayacağın bir şekilde, en azından sorgulamadan anlamayacağın bir şekilde senin düşüncelerine hükmeder. Her konuda... Düşünün LGBT konusunu, destekleyenleri de düşünün. Karşısında duranları da... Ben 21. yüzyılda insanın yöneliminin tartışılmasını komik buluyorum. Ama çok doğal da buluyorum bunu. Çünkü insan var olan hiçbir şeyi ortak bir şekilde kabul göremez. Mutlaka karşısında olanlar olacaktır. Siz hangisinde olursanız o grubun sesi oluyorsunuz. Çok azımız gerçekten sorguluyoruz ve karşıyı gerçekten dinliyoruz. Dinlemiş gibi yapıyoruz, ezbere konuşuyoruz. Bu toplumda niye filozof çıkmadığını gösteren bir başka sebep de bu.
Nietzsche savunur ki gözlerinin iyi görmemesi onu iyi bir filozof yapmış. Hiçbir filozofun düşüncesini okuyamadığı için kendininkini yaratmış. Ne kadar ince bir bakış. Kimimiz nasıl olsa okuyamıyorum, derdi bugün. Hiç sorgulamazdı başkasından okuyamadığını. Belki de bizim problemimiz bu. Birimiz iddia edebilir mi acaba toplumun kurallarına göre yaşamadığını? En marjinalim diyen bile bir şekilde yaşadığı yere teslim olmuştur.
Düşüncelerimiz farklı ancak duygularımız aynı. Düşünürken vardığımız yer mutsuzluk. Çünkü düşünmek mutsuz eder, genelde düşünmeyenler mutludur. Düşünmemek çok büyük bir marifettir belki de. Ancak bu bir tercih meselesidir. Kimi insan çok geç, kimi insan erken başlar sorgulamaya. Kimi hiç düşünmez ben kimim diye. Ama günün sonunda mutluluk, mutsuzluk, öfke; her insanda hissedilen bu duygular, empatinin en büyük araçlarıdır. Başkasının acısını duyabiliriz. Tabii ki kimse kendi yaşamadığı acıyı hissedemez. Ama nasıl hissedeceğini düşünmek bile yeter insana kimi zaman. Ve o zaman anlar insan, insan olmayı.
Bu düşüncelerin en güzel kısmı da bunların asla sona ermeyeceğidir. Her konuda düşüncenin değişebileceğini, insan olduğunu, belli kalıp içine girmemek gerektiğini öğrendim ben. İnsanlığın ilk zamanlarından bu yana düşünceler paylaşılmaya ve paylaşıldıkça da aksi düşünenlere renklediğine şahit olduk. Her yeni düşünce eskisini kabul etmiyordu ama eskisinden çok şey öğrenmişti. İnsan bugün düşüncesini gerçekten oluşturabildiyse o eski düşünceler sayesindeydi. Ona teslim olmadı. Ama onu yok saymadı da. Sanki zıt düşüncelere bu iki muameleden biri yapılmalıymış gibi bir tavır var ancak o düşünceler bize kim olduğumuzu gösterecek ve bizi büyütecek yolu gösterir bize. Biz sadece düşünmesini bilelim.
Kendimi suçlardım eskiden hep. Kendimi yeterli bulmazdım çünkü sistemin bir parçasıydım. Sisteme ayak uyduramayıp kendini yetersiz gören biri oldum. Halbuki sistem döngüsünden çıkmalıydım. Bunu yapacak gücüm yoktu. Hep erteledim. İtiraf etmedim ama hiç alışamadım. Hep alışmış gibi davrandım. Bu hayat günümüz şartlarıyla bana göre değildi. Evet, ben de telefonun bağımlısıydım, belki çevremden, ortalamadan daha çok ama sorun bu durumdan mutlu olmamamdı. Hiç kullanmadan bir hayat opsiyonunu kendime yaratabilmeyi çok isterdim. İmkansız olduğunu biliyorum bunun. En marjinalim diyen biri bile sisteme bir şekilde uymak zorunda kalıyor derken bundan bahsediyordum. İnsanın insan olabilmek için olmazsa olmazları vardı. Kim koymuştu bu kuralları? İnsanları bir arada tutmak, onlara toplum adını vermek kimin fikriydi? Gerçekten mantıken çok saçma ve başarısız olması gereken bir kuralken insanlığın çok büyük bir kısmını nasıl içinde barındırıyordu? Çünkü kimsenin cesareti yoktu. Güçlüler azınlıktaydı ama güç onlardaydı. Bu sebeple kimsenin cesareti olamadı.
Bu dediklerimi iki şekilde de kullanabiliriz. Gerçek hayatta da toplumlarda da böyledir. Bireysel ilişkilerde de... Güç kimdeyse ilişkiyi kim bir arada tutacak güce sahipse karşı taraf için çok zor bir savaş başlar. Bu savaş o güce karşı gelebilmek veya boğun eğmekle sonuçlanır. Ancak karşı gelebilenler her zaman bu savaşın kazananları olmuştur. Bakın en aykırı kişilere, ne kadar eminler kendilerinden. Çünkü bir gücü bastırabildiler. Ne kadar yüce bir duygudur bu. Ne kadar özel bir duygudur.
İnsan ilişkileri insan düşüncelerinin mücadelesidir. Sen karşı tarafın düşüncesine dair çıkarım yapmaya çalışırsın ama asla tam olarak bilemezsin onların düşüncesini, anlayamazsın. En samimi, en şeffaf insanın bile kimseye söyleyemeyeceği düşünceleri vardır. Bu düşünceler insanı insan yapar. Bu bahsettiğim düşünce kafamızda kurduğumuz düşünceler değildir. Fiziksel örneğini verdiğimiz düşüncelerden farklı olarak ikili insan ilişkileri için geçerli olan düşüncelerdir. Burada bu düşünceleri her zaman olduğu gibi söylemek doğru olmaz. Bu ilişkinin dinamiğine göre değişir.
İnsanların hayata baktığı yerin benimkilerden çok daha farklı olduğunu görüyorum. Her insan temelde farklıdır. Bu doğru veya yanlış değildir. Ancak bu sığ diye adlandırılabilir. Daha da önemlisi bu bakışı hayatına uygulamak en zorudur. İnsan; düşündüğünün, ne istediğinin keşif yolculuğunda karakterini de değiştirmek zorundadır ki keşif tamamlansın. Ancak uygulamak düşünmekten çok daha zordur. Kaçınılmaz değildir. Değişmek için önce düşüncelerinde değişmek lazım. Değişmek için ilk adım budur.
İnsan olmak çok zordur. Her toplum sana belli görevler yükler. Her insanın senden bir beklentisi vardır. Seni olduğun gibi kabul edebilen birini bulmak çok zordur. Hep değişmeye, değişime zorlarlar seni. Az konuşuyorsan çok konuşmanı, para kazanmıyorsan para kazanmanı, mutlu değilsen mutlu olmanı söylerler. Ama ne yaşadığınla gerçekten ilgilenmez kimse. Senin dışında kimse... Kendinle yaşayan bir tek sensin. Son güne kadar... Kimse gerçekten ne istediğini bilmeyecek senin dışında. Bunu keşfedip gerçekleştirmek senin elinde. İnsan düşüncelerinin esiridir.
Kimse bilmiyor acılarımı. Kimse hissetmiyor. Herkes mutluyum sanıyor. En çok acı veren de bu. Ben de dahilim buna. En çok da ben dahil... Kendimi kandırıp duruyorum. Belki içime atıyorum. Yolunda değil hiçbir şey ama yolunda gibi davranıyorum. Canım yanıyor, oturup da ağlayamıyorum.
Bunu fark ettikten sonra karar verdim kendimi değiştirmeye. Belki bir kere yanacaktım belki bir kere ölecektim ama ben artık her gün ölmeye dayanamıyordum.
Kendini sevmeyi öğrenemeyen insanlar, her şeye rağmen kendine değer veremeyen insanlar başkasının sevgisizliği ile parçalanmaya mahkumdur. Kendimi sevmedim, sevemedim. Hiçbir suçu yoktu halbuki içimdeki çocuğun. Olması gerektiği gibiydi o çocuk. Yaşadıkları sonucu tam da olması gerektiği gibi. Belki yaşadıklarına kızıyordum ama nasıl kızabilirdim ki? Yaşadıklarım olmasa bugün olduğum kişi olmayacaktım. Acı çekmeyi sever gibi bir halim var. belki de acının beni geliştirdiğini biliyorum. Acıyla şekillenen benliğimi sevmeye başladım. Duyduğum her acıya saygı duymaya başladım. Çok düşünmek acı çektirir. Bunu hep farkındaydım ama düşünmekten vazgeçemezdim. Acılarımı kucaklamaya başladım. Mutsuzluğumun benim bir parçam olduğunu kabul ettim.
İnsan olmak zor olduğu kadar ilginç. Yapmam dediğin ne varsa sana yaptıracak kadar acımasız hayat. Asla keskin çizgileri olan, bunu yapmam diyecek bir insan olmadım, olamam. Çünkü insanım. Dünüm ve bugünüm bile aynı olmayabilir. Değişiyorum ve gelişiyorum.
Tüm bunlara rağmen hayatta olmayı seviyorum. Üzüntüsüyle, mutsuzluğuyla, kaygılarıyla... Yeni şeyler keşfetmek istiyorum. Hissedebilmeyi hissediyorum. Hissedebilmenin verdiği insani duyguyu seviyorum. Zamanın hızlı geçtiğini görüyorum. Ürkütüyor beni bu. Bu dünyadan farklı bir dünya yoksa çok anlamsız geliyor her şey. O yüzden ben anlamlandırmaya çalışıyorum bazı şeyleri.
Hayat üzerine sorgularken aşkı konuşmamak, düşünmemek çok mümkün değildir. Aşk duyguların en güçlüsü, en tehlikelisi. En insani olanı. Hayatın boyunca savunduğun düşünceleri bir gecede sildirebilecek güce sahiptir aşk. İnsani bir duygu ve insanı sömüren, yok eden bir duygu. İçinde tüm duyguları barındırıyor. Öfke, kıskançlık, mutluluk, sevgi, korku, heyecan... Hepsinin çok coşkulu bir hali gibidir aşk. mutlu bir gece yarısında ağlamak gibi, yazın sıcağında üşümek gibi... Donduğunu hissedemeden karda uyurken terlemek gibi tehlikeli bir duygu aşk. Karşılıksız... Tek taraflı...
Ama mutlaka yaşanması gereken bir duygu. İnsana insan olduğu hissettiren, iliklerine kadar yaşamanı sağlayan bir duygu. Senden güçlü ya hani, sen onla savaşmaya çalıştıkça seni de güçlendiren bir duygu. Bir insanın aşık olmadan kendini tanıması çok mümkün değildir belki de. Bu duyguyu yaşayabilenler şanslıdır ve bunu yaşayanlar anlar ancak beni. Yaşamayan birinin anlaması mümkün değildir. Saçma bulacaktır o kişi bütün bunları.
Dünyanın geldiği nokta beni çok şaşırtıyor. Herkes kendini mutlu gösterme çabası içinde. Kimse gerçekten mutluluğu, huzuru aramıyor. Sosyal medyada kimi görsem mutlu. Mutlu görünerek mutlu olabilsek keşke. Genelleme yapmayı sevmiyorum, genelleme de yapmıyorum. Ama böyle bir kitle de var. gördüğüm her kitleyi kendi içinde değerlendiriyorum ve o kitleye ait insanlar olduğunu biliyorum. Sosyal medyada mutluluk arayanlar da günümüzde azımsanmayacak bir kesimi oluşturuyor.
Eskiden kendimi kandırırdım. Yaşadığım acı, çektiğim acı bir yıl sonra, üç yıl sonra, beş yıl sonra geçecek. Çünkü bana böyle öğretildi. Bir yıl sonra "Buna mı üzülüyorum?" diyecekmişim. Ama diyemedim. Çünkü hissettiklerim, düşüncelerim hep benimle. Benimle büyüyor. Ben onlarla yaşamayı öğrenmeliydim. Acılarımla, düşüncelerimle, takıntılarımla ben bir bütündüm. Yapılan hata bunları itiraf edemeyip içine atmaktı. Yapılan hata ben hiç ağlamam diye övünmekti, ağlamaktan beter olmama rağmen...
Hilmi Bedrioğlu
2021-10-28T19:59:58+03:00Çok güzel bir deneme. Ellerinize sağlık.
Mısra Ergök
2021-10-28T17:57:10+03:00Okumalı ve öğrenmeli…
Elinize sağlık
Mehmet Metli
2021-10-28T17:50:25+03:00Kimsin, nesin sorularına 'insanım' diyebilecek kadar düşünmediğimiz, tanımadığımız, keşfetmetmediğimiz taktirde var oluşumuz kaba ve yavan bir hâlde yeryüzünde dolaşacaktır hep
Kenan Birkan
2021-10-28T16:33:36+03:00Okuyan için öyle faydalı, öyle keyifli ki… İyi ki yazmışsınız
Herkes okumalı kesinlikle
Kaleminize sağlık :)