Geçen gün Hayatımdan Kesitler I'i onaya gönderdikten sonra sonuna arkası yarın diye eklemiştim. Aslında öncesi, evvelsi gün yazsaymışım dedim kendi kendime ve istemsizce tebessüm ettim. Hayatımın en önemli kesitini bir sonraki kesitinden sonra paylaşmış oldum. Gelelim hikayenin aslına;


Trabzon'a bağlanmıştı tüm umutlarım. Ben ailemin ilk göz ağrısıydım. Babam Ankara İlahiyat Fakültesi'nden mezun bir öğretmen; annem ise Halk Eğitim Merkezi'nde eğitmenlik yaparken babamla tanışıp evlenince mesleğine veda etmiş bir ev hanımıydı.


1991 senesinde bir pazartesi günü saat 15:00 sularında dünyaya gelmişim. Doğumumda ebem dayımın hanımı Hanife yengemmiş. Öyleki daha dünyaya geleli yedi saat olmamış, ilk misafirliğime gitmişim. Yengem beni alıp evine götürmüş. Evinin tüm işlerini yaptıktan sonra hastaneye geri gelmiş. Çıkış işlemlerimiz yapılıp tekrar yengemin evine dönmüşüz. Annemin deyimi ile “tombik” doğmuşum. Hayat maceram böyle başlamış. Doğar doğmaz misafirliğe gitmemden belliymiş gezmeyi çok seveceğim.


Bir öğretmenden çok kameraman edası veren bir babaya sahip olduğum için çocukluğumun pek çok kesiti videolara konu olmuş. O zamanlar babamın Sony marka kamerası vardı. Beni ve akrabalarını kameraya almak onun en büyük hobisiydi. Yaşıtım bir kuzene, büyük ve küçük pek çok kuzene sahiptim. Hatta babamın kadrajına benim dışımda Selma teyzem de takılmıştı. Beşiğimde yatarken beni seyredip bir yandan da babama pozlar veriyordu. Aykut eniştem “Betül bak, Dilara çok tatlı.” diyordu kameraya bakarak. Bu yüzden de bir bakıma kameralara alışık bir çocuktum. O zamanlar dünya benim için babam, kamerası ve yaşadığım yerden ibaretti.


Çocuktum, küçüktüm, bilmezdim neyin ne olduğunu. Hatırlıyorum da oyuncağımı istediği için Özlem arkadaşıma çok kızmıştım. Babam, yapmayın çocuklar, diyecek yerde bizi kameraya almaya devam etmişti. Vardan yoktan anlamazdım. Aslında sima olarak babaannesine benzetilen uslu bir çocuktum. İlkokula başladığım gün babam beni okula bırakıp gitmiş. Hiç unutmam, annem babamla gelmemi beklerken ben tek başıma eve gelmiştim. O yaşta bir şeyleri tek başına başarabilmek gibisi yoktu. Biz sofraya aç oturup tok kalkarken evinde yemeğe kuru ekmeği bile olmayan aileler vardı. Bazı evlere sadece makarnanın girdiği ama kimsenin şikâyet etmediği dönemlerdi. Yer sofrasında yerdik yemeklerimizi. O zamanlar yemeğin tadı bir başkaydı. Kömürle ısınan sobalara sahiptik. Muhabbet daha koyuydu, bir kahvenin kırk yıldan fazla hatırı olurdu. İlk şiirimi o yıllarda kaleme almıştım. Koyu bir Galatasaray taraftarı olan benim ilk şiirimin konusunun başka bir şey olması imkansızdı...


Ne zaman köye dedemlere yatıya yollansam daha yatma saati gelmeden amcam beni geri getirirdi. Dedemden çok babamın kuzenleriyle vakit geçirmek isterdim. Komşu komşunun külüne muhtaç değildi. Komşusu aç yatarken kimse tok yatamazdı. Hele de Pergeller'in hafızın (anne taraftan dedem) evine uğrarsan asla aç kalmazdın. Saniyesine sofra kurulur, evde ne varsa hepsinden ikram edilirdi. Komşuda ne pişse bize de düşerdi. Sadece kokusu iştirak etmezdi soframıza. Hele ki Ramazan ayının yaklaşıyor olmasıyla anneler yufkalar açar biz de kapıda heyecanla ilk tereyağlı yufkayı hangimiz yiyecek diye beklerdik. Kısacası çocuktuk, çoktuk. Çok üzgünüm şimdilik.


15.05.2021, devamı arkası yarının ertesi.