İzmir'in eski kaldırım sokakları arasında yürürken ansızın burnuma kış kokuları çalınmaya başladı. Kokuların arasında mest olmuş zihnim, kışa dair düşünmeye doğru yelken açtı. Kışın kokusu var mıydı sahiden diye içimde ki ses yüksek perdeden konuşmaya başladı. Uzun zamandır içimde ki sesi ve sorularını duymuyordum, hem sese hem de düşüncelerimin akışına gerçekten şaşırdım. Kendimi, kendimle baş başa bırakabilmiştim sonunda. Aylar sonra ilk defa kavga etmek yerine düşünecek yeni pencereler açıyordu bana.

Sahi ya neydi bu kış kokusu? Tarif etmeye çalıştım. Hatta o kadar zorladım ki kendimi, elime kalem kağıt alıp çalakalem kelimeleri arka arkaya sıraladım. Bazen kelimeleri belli belirsiz sıraladığım zaman hikayenin akışı zihnim de örümcek ağı misali şekillendiği için bu seferde aynısını olmasını umarak denemiştim. Olmadı... Şimdi içimde ki seste susmuştu. Heyyy, nereye kayboldu herkes ya? Üzülmedim çünkü yüzüme çarpan rüzgar beni tatmin etmeye yetiyordu.

Her zaman gittiğim kahveciye doğru yol aldım. Yukarılarda evleri izleye izleye giderken, kendime İzmir'in en sevdiğim bölgesinin burası olduğunu itiraf ettim. Kendime dürüst davrandıkça içimde çözülen duygular önce mutluluk dalgasında yıkanıyor sonra gerçek duygu, oha baksana ben buradayım diye kendini gösteriyordu. Suratıma uzun zamandır yerleşmeyen bir gülümseme geldi. Gözlerimin içi parlıyordu çünkü kendimle gurur duymaya başladım.

Eh be kızım, şefkatin, sevgin, arzuların, takdir edişin bile kendinden mi gelecekti ya diye yine içimde ki ses benimle konuşmaya başladı. Sonra durdum. Hayır hayır korkunç bir şey olmadı. Dün gece kendime itiraf ettiğim gerçeği rüzgarlar bana getirdi. Artık bunu da düşünme zamanı dedi. Yolda yürürken minik minik rüzgarların fısıltısını duymama rağmen ona kulaklarımı açmak istemedim.

Hayatım boyunca ne zaman kaçsam, kaçtıklarım beni hep yakalamayı başardı. Oysa ki ben yakalanmamak üzere kaçırıyordum. Nasıl oluyordu da yakalanmayı başarıyordum. Evet başarı dedim çünkü yapmam gereken tek görev kaçmaktı. Gözlerimi denizin maviliğine, zihnimi ise etrafımda kimsenin olmaması sessizliğine doyuruyordum. Sonra onu ne kadar çok seviyorsun acaba diye beynim kalbime usulca fısıldadı.

Sussana be kadın demek isterdim ama sorunun cevabını öyle çok merak ediyordum ki. Kalbim yine buruktu. Hiç görmediği, hiç dokunmadığı birini sevmek. Tam da bizim kızın hareketleri ya bunlar diye cevabı yapıştırdı. Eğer kalbimle beynim aralarında konuşuyor ve bağlam olarak zihnimi kullanıyorlarsa ikisinin arasında ki benliğim nerde? Duraksadım, konuya geri dönmek istedim. Gözlerim hala denizin maviliğine doyuruyordu kendini çünkü çok uzun bir aradan sonra güneş görmüştük. Büyüdüğümüz şehirde açık gökyüzlerine alışkın olduğumuz için bulutlu havalar hep bizi yordu. Eninde sonunda açılan gökyüzlerine yıldız yağmuru muamelesi yapmaya başladık.

İşte şimdi hayret etmiştim. Beynim ve kalbim konuşmalarda üçüncü tekil şahıs olabilirken, gözlerimi hemen sahiplenip çoğul zamire geçmiştim. Evet sorudan kaçmayı kısa veya uzun vade de başarmıştım. Birini sevdiğin zaman yapabileceklerini, göze alabileceklerini hatırlıyorsun de mi? diye soru verdi zihnim. İşte cevabını vermekten en çok korktuğum soru buydu. Sadece mesele sevgi görmek değildi. Mesele içimde yaşayacak hiç bir şey kalmasın diye kendimi nasıl ötelere vurduğumdu. Her şeye gerilen göğsüm daha kaç tane savaşa girecek gücü vardı bilmiyordum. Daha kaç kere dik duracak ve ben buradayım diyecek bunu da bilmiyordum. İşte bu bilinmezlik içimde var olan bütün duyguları turşu misali kavanoza tıkıp orada saklama isteği uyandırıyordu bana. Her şey önümden kaldırdım. Hesabı ödeyip evin yolunu tuttum çünkü birini sevmek denizi izlerken verilebilecek bir karar değildi. Yani Newton yer çekimi o an bulmamıştı, baktığı her yerde onu düşündüğü, onu aradığı için bulmuştu. İşte tam olarak benim için de böyle olacaktı. Tek sorunum o benden o kadar uzak ki, ben baktığım her yerde onu arasam bile kafamı çevirdiğim her yerde onu göremezdim....