“Şu yıldızları kaç kere görmüşüzdür?” diye sordu Gorgyalı, Lülümplüye. Lülümplü, bir an konsoldan başını kaldırdı ve Gorgyalı’nın kastettiği yıldızlara baktı. Kırmızılı mavili, toz bulutlarının ve fosfor çimi yeşili nebulalardan göz göz fırlayan her parlaklıkta, her karanlıkta yıldıza, sanki siyah kadifeye un serpmişlerdi, Gorgyalı’ya döndü ve “Hiç.” dedi. Bunu dedi sadece. Sonra konsoluna döndü ve holografik tuşlarına basmaya devam etti yine. Gorgyalı bu cevaba alındı biraz. Anlamadı çünkü. “Anlamadım.” dedi Gorgyalı, 7 parmaklı elleri yana düştü. Lülümplü bilgili. Zaten E.V. Federasyonu Yönetmeliği Madde 2’ye göre yıldız haritalama görevlerine bir kıdemli ve daha deneyimli ve bir de acemi katılması zorunluydu. Onlar da bu kurala uydu. Lülümplü 1454 yaşında, bir 1454 yıl daha yaşaması muhtemel gayet zeki hem astronom hem çiftçi hem şair hem balıkçı hem fizikçi hem antropolog hem de zücaciyeciydi. Cevap verdi Lülümplü lülümp, “Bizlerin amacı galaksinin, hatta evrenin bilinmeyen yerlerine gitmek ve yıldızları haritalamak. Yani hiç kimsenin görmediği yıldızları kayıt altına almak, yani hayır ‘bu’ yıldızları daha önce hiç görmedik.” “Bence hepsi aynı, hatta tıpatıp aynı, hatta o kadar aynı ki aynalı aynı hepsi.” Gorgyalı’nın bu çocuksu cevabına güldü Lülümp, daha yalnızca 89 yaşındaydı, hevesli bir astronomdu aslında ama ona kalsa bu uzay gemisinde geçirdiği 17 yıl 17.000 yıl gibiydi bu allahın cezası aznavur Lülümp’le. Ne hoş sohbeti vardı ne fıkralara gülmesi. Bir tek ikisi vardı bir de bu koca evrenin zifirisi. Tam da o sırada, tam da zihinlerinden sükûnet geçen bu satırda savruldular bir o yana bir bu yana. Başı dolu gezen bir meteordu çarpan onlara, başı boş olsaydı bu kadar sallamazdı çünkü koca gemiyi bir sağa bir sola. Gorgyalı da düştü vurdu yere, lülümp de düştü. Baygınlıktan ilk gözlerini açan lülümp oldu. İlk iş olarak Gorgyalı’nın upuzun yeri boylamış bedenine dokundu. Dokunmasıyla elinin Gorgyalı’nın bedeninden geçmesi bir oldu. Marajdır, hülyadır ama gerçek değildir kafamı çarptım o kadar dedi lülümplü. Kendine dokundu, çevresine civarına bakındı, gemi tek parçaydı. Bir daha sırt üstü çevirmeye yeltendi Gorgyalı’yı, yine elleri sanki bulut içinden geçermişçesine geçip gidiverdi hiçbir his bırakmadan. İnanmadı. Bir daha denedi. Sonra bir daha, hatta iki daha. Daire geminin içinde çember çember koştu, köpük köpük ter oldu, dokunmaya çalışmadık yer bırakmadı, hiçbir yere dokunamadı. Bağırdı uyansın diye Gorgyalı, uyanmadı. Sakin olmaya çalıştı, olamadı, bir daha denedi, yine olamadı derken oluverdi. Hangi canlı her daim şaşkın kalabilirdi ki? O da her canlıdan biriydi, şaşkınlığı yorulunca o da sakinleşebildi. Aklına tüm olasılıkları getirmeye koyuldu. Onu bunu şunu düşündü derken aklına birden Gorgyalı geldi hala yerde yatan. Eğildi sağından baktı, solundan baktı ve anlamaya çalıştı acaba öldü mü, nefes veriyor mu, uyanacak mı diye. Nefes veriyordu. Hem de alıyordu. Bu iyiydi. Dikkatini olasılıklar bulutuna ödünç verdi yine. Belki yağmur yağar çözümünde ıslanır diye. Yaklaşık 379 yıl önce aldığı bir astronomi dersinde pek de sevmediği kılı kırk yaran hocası geldi aklına. Beklediği yağmur buydu o buluttan. Demişti ki hocası, “Uzayda bazı bazı ama çok az bazı, uzaysal kırılmalar olur, bu kırıkların içinden başka, bizimkinden çok başka evrenlerin titreşimleri taşar. Maazallah eğer o kırığa sürüklenirseniz, sicimleriniz nasıl titreşeceğini şaşırır da o diğer evreninki gibi kıpır kıpır titremeye başlar da zamanla bu evrenden yok olursunuz da kim bili belki o diğer evrene geçersiniz de… Ölme eşeğim nolursun ölme.”

Uyandı tam o sırada Gorgyalı. 7 parmaklı elleriyle 14 parmak tuttu kafasını. Başı fena dönüyordu, karşısında uzuvlarını görünmez karatecilerin enselerine uzatan Lülümp’ü gördü. Ne olduğunu anlamaya çalıştı. O başını çarpmıştı, Lülümp de en sonun da kendi somurtkanlığına dayanamayıp kafayı yemişti. Onun uyandığını fark eden Lülümp, daha önce hiç Gorgyalı’nın görmediği bir histeriyle ve heyecanla ileri atıldı kısa kollarını iki yana açarak. Bağırdı: “Beni görebiliyor musun? Beni görebiliyor musun, cevap ver bana. Ne bakıyorsun öyle, bir şeyin yok, merak etme, bana bak ve gerçeği söyle, görebiliyor musun beni tümüyle?” Korktu Gorgyalı. Sorunun saçmalığını idrak etmesine vakti kalmadan birden emre itaat etti ve söyleyiverdi “Görüyorum! Görüyorum! Buradasın işte. Kısacık kollarınla, o somurtmaktan başka şey bilmeyen suratınla, bu koskoca karanlıkta 17 yıldır gördüğüm gibisin işte.”

Ne olup ne bittiğini Lülümplü, Gorgyalı’ya anlattı dilleri döndüğünce. 2 dili vardı ağzının içinde, biri yemeye biri içmeye. Ne kadar zamanı kalmıştı ki? Belki birkaç ay belki birkaç gün, sonra kaçıverecekti hocası başka gerçekliğe. Bu gerçeklik yeterince gerçek değilmiş artık sicimlerine. Hücrelerinin içindeki moleküllerin içindeki atomların içindeki çekirdeğin içindeki sicimlere. O galaksi senin bu galaksi benim, tamam tamam hepsi senin diye diye gezmişlerdi 17 yıldır. Kuantum dolanıklı navigasyonlarına, veri tabanı olarak yıldızları koymaktı amaçları sadece aslında. Çünkü gezmek önemliydi, gezerken yol iz kaybetmemek de önemliydi. Sonsuza yakın yaşamaya vardıktan sonra gezmekten başka önemli şey kalmamıştı nasılsa. Tüm E.V medeniyetleri bir araya gelip koyulmuşlardı yola, zaten binlerce yıl ne yapılırdı ki başka? Meteorun etkisiyle savrulan gemi içi boş ceviz gibi yuvarlanıvermişti uzaysal kırığın içine. Şimdi geriye kalan lülümp ’ün çanları için gün saymaktı sadece.

1400 bilmem kaç yıl yaşamak kime yeterdi ki? Ya başka bir gerçekliğe, başka bir evrene gider sahiden de yok olmam dedi kendi kendine Lülümp. Yok olmayı düşünmeyi tüm Lülümplüler olarak bırakalı çok olmuştu. Yok olmak neydi ki? Biri yok olma düşüncesiyle nasıl baş ederdi ki? Delirmemek mümkün müydü? Belki de, belki de mümkündü. “Evet mümkün!” bunu sesli söylemişti. Hâlâ melül melül şaşkınlığının yorulmasını bekleyen Gorgyalı ona döndü, “Mümkün olan ne?” diye sordu.

“Yok olma ihtimaline karşı delirmemek mümkün!”

“Nasıl?”

“Vakti zamanında, üzerinde yaşayan en zeki varlıkların Dünya ismini verdiği bir gezegende keşif görevindeydim. Antropolog olarak böylesine yaratıklara, kısacık hayatlarında bizim çoktandır unuttuğumuz bilgeliklerle sahip oluşlarına, tüm sevecenliklerine rağmen attıkları bombalara hayran kalmıştım.”

“Nedir o unuttuğunuz bilgelikler?”

“Biz Lülümpler, çoktan fark etmişsindir ki son derece zeki mahluklarız. Hatta o denli ki evrimleşmemizin şafağı sökmeden gezegenimizden ayrılmış yıldızlara sıçramışız. Çok geçmeden de ölen dedelerimize ve ninelerimize üzülüp üzülmenin beyhude olduğu, ölmenin yasak olduğu bir yeryüzü ve gökyüzü kurmuşuz. Sağlıktan trafiğe, yönetimden ekşi olmayan elmalara varana dek tüm alanlarda öylesine ilerlemişiz ki insanların her gün birbirine hatırlattığı gibi varolarak yaşamanın bilgeliğini unutmuşuz. Nefes almayı var olmak, var olmayı da yaşamak sanmışız. Ancak insanlar öyle değil. O minik, soluk mavili yeşilli dünyalarında grilerin arasında dolaşırlarken hepsi farkındaydı ölümlü olduklarının. Kimi ölünce en sevdiklerinin yanında en sevdikleri şeylerin arasında olacağını düşünüyor, kimisi de varolmanın anlaşılmak olduğunu, hatırlanmak olduğunu biliyordu. İşte biz bunu unutmuşuz. Ben şimdi gideceğim. Belki o insanlardan bazıları haklıdır. Belki değillerdir. Ama sen, sen benim dostum olursan, sen beni hatırlarsan, sen beni anlarsan belki varolurum, belki yaşarım beni her aklına getirişinle, beni her anlatışınla!”

Böylece konuştular gece gündüz. Galaksinin en ucunda, irili ufaklı yıldızların gölgesinde, artık bıraktılar haritalama işini. Lülümp gün be gün iyice saydamlaşıyor, sesi yankılanmıyor, artık kendine dahi dokunamıyordu. Kâinatın büyük silgisi küçük bedenini nakış nakış siliyordu ama lülümp umursamadan büyük bir iştahla anlatmaya devam ediyordu başına 1400 bilmem kaç yıldır gelenleri. Anlattıkça bilinecek, bilindikçe anlaşılacak, anlaşıldıkça yaşayacaktı çünkü. Ona karadeliklerin karasının kenarında cesurca eğlendiği çocukluğunu anlattı, ona dev gaz gezegenlerini bir bir toplayıp torba edercesine yıldızlaştırdığı gençliğini anlattı, ona Dünya’yı anlattı, Dünya’da öğrendiği şiirleri anlattı. Anlattıkça yaşayacaktı sözde ama, yaşamadan da önce sevdi. Yaşamaya çalışırken yanlışlıkla seviverdi o an oracıkta bulunuvermiş genç Gorgyalı’yı. Sevgisi büyüdü, büyüdü, haritalandırmak için yola çıktıkları kâinatın sınırlarına gelince de büyüdü, aştı. Sevgi aşardı zaten.

Artık sadece bir tebessümü kaldı geriye, gerisi çoktan silindi gitti. Bir de yankı bulamayan o cılız sesi. Son bir çabayla, yüzündeki sevgiden açmış tebessümün rahatını bozmadan şunları söyledi:

“Şaire ilham vermeyen şey sayabilir misin bana?

Diğer ilhamlarım kıskanmasın alınma ama,

Ben şimdi bir tek senin bende bıraktıklarından alacağım ilhamı.

Seni sevmeye karar veren bendim kalbimi kaldıran şaha.

 

Seni sevmek ve sevmemek arasında,

Araf vardır, Lethe nehrinin kıyısında.

Orada yüzerdim ben sana denk gelmeden önce.

Gülüşünden saçılan gök kuşakları Lethe’yi unutturdu bana.

 

Senden nefret etmekle etmemek arasında,

Her şeyin başı uçurum sözüm ona.

Aetos bir bakar ama sonra korkardı

Erkekliği anca düşen elmada uçuruma.

 

Seni görmekle görmemek arasında,

Hiçbir şey yok ölüm dışında.”


Lülümp öylece gitti. Gitmek böylesine tabiydi. O da gitti. Gorgyalı aldı geminin dümenini 7 parmaklı ellerine, dikti gözünü Dünya denen yere. Ondan geriye kalan yalnızca birkaç parça metal eşyaydı, onların da yeri artık Dünya olmalıydı.

Metal ıvır zıvırlar yandı ilkin atmosferde, kül olacaklarken imdatlarına soğuk okyanus suyu yetişti, üstlerini pastan battaniyeyle örttü usulca. Etraflarında mercanlar sürüngenler, ev oldular balıklara. Kırıldılar parça parça dalgalarla, günün birinde vurdular sonunda bir kıyıya.