Sabah uyandığında nasıl bir günle karşılaşacağını hiç bilmiyordu. Diğer günlerden hiçbir farkı yoktu yani. Kalktı ve diğer odaya geçti. Masanın başına oturdu. Bütün defterler ve kitaplar, kalemler ve kağıtlar hepsi şimdi çok fazla gözüküyordu. Ama bu düzene karışmak kendi içinde bir savaştı. Savaşı kazanmanın yolu başlamaktı. Her şeyi bir kenara koyarak aradan yalnız bir kağıt ve kalem çekti. Boş kağıda gereğinden kısa süre bakıp yığının arasından biraz daha fazla beyaz kağıt aldı ve diğer boş kağıdın yanına koydu. Nasıl başlayacağına dair bir fikri olmadığı için gözü ikide bir pencereden dışarı kayıyordu. Boş bahçeyi görmeye daha fazla dayanamayınca gözünü tekrar boş kağıda dikti. Elindeki kalem titremeye başlamadan ilk sözcükleri karaladı: “Sevgili Hiç Kimse.” Bunları yazdıktan sonra üzerini karalamayı düşündü, sonra da sayfayı buruşturup atmayı. Ama kendini, ikisini de yapmadan devam etmeye zorladı. Sonra bir alt satıra mı geçse yoksa aynı satırdan mı devam etse bilemedi. “Ne önemi var?” dedi kendi kendine. “Ne önemi var?”


“Sevgili Hiç Kimse, ne yazacağımı bilmeden kağıdın başına oturduğum ilk sefer değil. Ancak kağıdın beni çağırmadığı nadir seferlerden. Bu sanki şey gibi: Bir nesnenin şeklini kavrayamadığın zamanları bilir misin? Orada bir şey olduğunu birsin ama onun ne olduğunu bilmezsin. Anlayamadığın bir şeyin güzelliği. Fazlasıyla ilginç. Farkına vardığında tüm güzelliği kaçar ya hani. Ama sonra 'Ne önemi var?' diye düşündüm. Bir önemi olup olmaması beni ilgilendirdiğinden değil, yalnızca beynimi bir soruyla geçiştirmek için. Yoksa 'Bir önemi var mı?' diye düşünmeye başlarsam kendimi attığım çukurdan biraz daha derine doğru bir kazma sallamış olurum. Zaten o çukurun içinde debelenip duruyorum, düşüncelerim ve hayal gücümle. Ama bazen yapamıyorum. Sadece yapamıyorum. Hayatı hep başka şekillerde yaşamanın özlemini duydum. Başkaları gibi, başka evlerde, başka şehirlerde, başka ülkelerde, bambaşka hayatlarda. Daha kendi yaşadığımın bile ne olduğunu anlayamadan düşündüm bunları. Hep düşündüm. Düşündüm durdum. Düşünce beni A noktasında bıraktı. Hayal gücüm o sırada düşüncelerime tur bindiriyordu. Alfabede harf bırakmadı hayal gücüm. Yenilerini aramaya gitti. Ve sanırım bana ait olmayan şeylerle geri döndü.


Böyle bakınca kendime; kendimi, hâlâ iyi bir çocukluk yaşayabileceğine inanan orta yaşlı bir adam gibi görüyorum. Güneş yüzüme vuruyor şu an penceremden mesela. Ama benim ayaklarım üşüyor. Ellerim kağıdın üzerinde oldukça meşguller ama ayaklarımı düşünmeden edemiyorum. Sanırım güneş ayaklarıma vursa da ısıtmaz. Güneş yüzümü de yakmıyor çünkü. Sonbaharın geldiğini soğuktan değil de güneş yüzümü yakmayınca anlıyorum ben. Şuna bak, sonbahar da geldi çattı. İlk yağmurlar da başlar yakında. Artık ilk yağmurların da mutluluk getireceğine inanmıyorum. İnanmak konusunda hep biraz kuşkucuydum, bilirsin. Bilir misin? Belki. Belki? İstediğimiz sözcüğü bir soruya dönüştürebilmemiz ne güzel değil mi? Bir işaret koyuyorsun ve her şey bir soru. Yalnız soru güzel olunca işareti güzel duruyor. Yoksa eğreti. Soruda bir hatam varmış gibi düşünmeden edemiyorum.


Bunları bu sıklıkta ve bu anlamsızlıkta düşünmem fazlasıyla garip. Bu aralar boşlukta salınıyorum. Buralara uğrayan yok. Senin mektupların bile gelmiyor. Belki sen de akıllıca bir şeyler yapıp benden ümidi kesmişsindir. Kim kesmezdi ki? Ben bile kestim sonuçta. Aslında düşününce benim bana dair umudum hayal gücümün içinde çakılı kalmıştı zaten. Gidip geldiğinden beri hiçbir şey aynı değil. Her şey sürekli anlamsız bir değişim içinde. Her şey bitince bu değişimi, sebebini, sonucunu etraflıca anlar mıyız dersin? Yoksa değişim durmadan bizi de yutup yoluna devam ettiğinde bizler de anlamsız birer nokta olarak geride mi kalırız? Bak şu soru işaretlerine, onlar bile kararsız. Onlar bile anlamlandıramıyor soruları. Ya da yalnızca cevaplardan korkuyorlar. Belki bu beyaz kağıt bile kendi kaderinden, geleceğinden korkuyordur. Laf aramızda, ben de kendi geleceğimden korkuyorum. Ama bu beyaz kağıt olsam korkmazdım. Çünkü sonunda alevler içinde yanarak bir huzura kavuşacağımı ve parçalarımdan birazının özgür rüzgarda ucu bucağı belli olan bu dünyada gezinip duracağını bilirdim. Sana daha önce söyledim mi, bilmiyorum. Ben yakılmak istemem. Bir çukura olduğu gibi atın beni. Ya da dur, daha iyisi var: Her şeyimle ama her şeyimle bir solukluk bir anda yok olsam ya ben. Ne güzel olmaz mıydı? Sanki hiç var olmamışım gibi. Tüm acılar, karmaşalar, bilinmezlikler yok olurdu. Ama şimdi sana haksızlık etmeyeyim. Sen ne yapardın? Benden gelmeyecek bir mektubu beklerken geçirdiğin onca zaman olmasa sen sen olur muydun Bay Hiç Kimse? Ya da ben bu hale gelir miydim sana bunları yazamadığım onca zamanda? Değişip duruyorum bak ben de. Neredeydim, nereye geldim? Bu retorik bir soru değil. Yazının başını ve ortasını ve sanırım şimdi olduğum yeri kaçırdım. Sahi ben ne diyordum ki bunları dedim? Bak bir soru daha. Ama bunun işareti güzel oldu.”


Masanın başında durdu bir an. Yazdıkları başını döndürmüştü. Başını kağıda yaslayıp belki yazdıkları beynine geri döner de tüm bu karmaşa biraz daha sessiz olur diye düşündü. Ama istediği her şey gibi bu da olmuyordu. Hızlıca ayağa kalktı. Kalkarken kağıdı tek eliyle buruşturdu. Yanından geçtiği şöminenin içine, çoktan sönmüş alevlerin hatırası küllerin içine attı. Dışarı çıkıp arabasına bindi. Eskici dükkanının önünde durup yan koltuktaki kutuyu içeri taşıdı. İçerideki adam kutunun içindekilere üstünkörü bakıp bir fiyat verdi. Yüzünü buruşturarak “Geçmişime paha biçiyorsun abi.” dedi. Karşıdaki istifini bozmadan “Yakın geçmiş o kadar da para etmiyor be Tolga.” dedi. “Eh abi.” dedi Tolga, “Onu biliyorum.” Adamdan aldığı parayla aldığı içki şişesinden biraz şöminenin içindeki kağıda döktü. Mavi alevleri izlerken sonra kelimeleri düşündü ve anlamlarını. Bulamadı bir kez daha.