Uykusundan hiç anlamadığı bir korkuyla uyandı. Yatağın içinde tavana bakarken korkunun kaynağını bulmaya çalıştı. Göğsünde birdenbire beliren ve onu uyandıran bu his neydi? Nereden geldi, nereye gidecek? Gidecek mi? Her gün daha da imkansız görünse de kendini bir kez daha yatağından kalkmaya zorladı. Banyoda yüzüne baktıktan sonra çıktı. Çıkınca banyoya neden girdiğini hatırladı. Eski bir alışkanlık: yüzünü yıkama. Hiç çıkmayacağı evde biraz daha su israfına girmemek için gerisin geri yatak odasına döndü. Komodinde duran telefona bakıp sessizliği teyit etti. Sonra bir anda tarihi fark etti. Birçoğu için ekimin sıradan bir günü olan bu gün onun için çok daha farklıydı. Sıradan bir farklılık. “Doğum günüm.” dedi. Kendine yabancılaşmış sesi yankılandı odanın içinde. Korkuyu hatırladı. Belki de korkusu bunun içindi. Bugün telefonu çalabilirdi. Çalmaya da bilirdi. İki ihtimali de ayrı ayrı düşündü, hangisinin daha korkutucu olduğuna tam olarak karar veremedi. İki ihtimal de düşününce korkutucu geliyordu ama aksini düşündüğü zaman da göğsüne daha ayrı bir korku acıyla beraber çöküyordu. Telefonu yılgınca yatağa fırlattı. Bir süre dağınık yorgan üzerinde duran cihaza bakıp durdu. Sonra kararsız bir şekilde alıp telefonun şarjına baktı. Bitmek üzereydi. Yerini hatırlayamadığı şarj aletini düşündü. Telefonu sakince komodinin üzerine bıraktı. Öğleden sonra ışığı vuran evinde boş boş gezinmeye başladı. Dağınık mutfağa göz ucuyla bakıp geçmeyi düşündü. Vazgeçip içeri girdi. Çaydanlığın altındaki suyu yenileyip altını yaktı. Boş ve temiz bir fincan aranırken su kaynadı. Sonunda vazgeçip kirli bardaklardan birine biraz sıcak su döküp üstünkörü çalkalayıp pis lavaboya döktü. Kavanozun dibinde kurumuş kahveyi de bir başka pis çay kaşığıyla sıyırıp bardağa bolca şeker koydu. Elinde bardakla yavaş yavaş evin içinde dolaşmaya başladı. Sonunda dayanamayıp yatak odasının karşısında bütün gün onu bekleyen odaya geçti. Masaya geçip bardağı dikkatlice yerleştirdi. Önüne rastgele bir kağıt çekip sağ üst köşeye tarih attı. Tarihe bakıp iç geçirdi. Kafasını kaldırıp dirseklerini masaya dayadı. İki elini ağzının üstüne koyup dışarı bakmaya başladı. Batmaya başlayan güneşin son demleri boş bahçeye güzel bir ışık veriyordu. Bu ışığa bakınca içinde yeni bir hüzün belirdi. Ne olduğunu bildiği duyguları neden hissettiğini bilemiyordu. Sonunda ellerini göz çukurlarına bastırıp karanlığı beklemeye başladı. Gözlerinde renkli şekiller oluşmaya başlayınca ellerini çekti. Başını masaya yan bir şekilde koyup bardaktan çıkan buharı izlemeye başladı. Zamanla soğuyan kahvenin kokusu da odadan silinmeye başladı. Yine de başını kaldırıp içemedi. Güneş batıp odanın içine karanlık çökene kadar öylece bekledi. Karanlıkta yatak odasına döndü. Yatağına oturup telefonuna baktı. Yanmayan bildirim ışığı gerçekleri söylüyordu zaten. Biraz daha bekleyip sonunda telefonu eline aldı. Şaşırtmayan bir şekilde arayan yoktu. Şarjı bitmek üzere olan telefonu yerine geri koyup tekrar masasının başına geçti. Masanın başındaki eski lambayı açıp tarih attığı kağıdı önüne çekip yazmaya başladı:


“27.27.27.27.2 ve 7. Yaş anlam veriyor mu? Bir şey ifade ediyor mu? Çünkü bu 2 rakam yan yana gelince benimle konuşamıyor. Konuşmanın ne önemi var ki özlediğine özledim diyemeyeceksen? Bunu bile diyemiyorsam neden konuşayım? Biraz arabesk yazabiliyorum bazen biliyorum. Kusura bakma.

Sana yazdığım sayfaları karıştırınca güzel satırlar görmüyorum. Herhangi bir iyi şey yazabilecekmişim gibi de gitmiyor hayat. Yazıyorum, yazıyorum. Bu bile bir yere gitmiyor. ‘Sonbaharın geldiğini soğuktan değil güneş tenimi yakmayınca anlıyorum.’ demiştim ya sevgili Hiç Kimse. Hala aynı yerdeyim sanırım. Yorgun. Yorgunum. Dinlenince geçmiyor. Sonra tutuyor daha da yoruyorum kendimi. Boşuna. Boşu boşuna başkalarını düşünüyorum. Herkes mutlu olduğu yerde. Onca doğum günü geçti hala aynı acıları çekiyorsam hiçbir halt öğrenememişim demektir. Öğrenmeyi de bir türlü beceremedim. Hata ettim. Aslında daha kötüsünün kıyısından döndüm ama yine de kötü. Gerekli zamanlarda doğru şeyleri yazabilmek isterdim. Ama hep böyle zamanlarda kalemim yalnızca işe yaramaz şeylere çalışıyor.

 Artık içimdekini de atamıyorum. Zamanın geçmesini beklemek zor. Zaman yavaş ve fazla hızlı. Bitti işte bugün. Son ana, en son ana kadar bekledim mutluluğu. Getirmedi. Ekim de getirmedi mutluluğu. Ömür böyle geçiyor işte: Bir sonraki günden, aydan, yıldan mutluluğu bekleyerek. Hep bir umut bekleyerek. Gelmeyen ve gelip geçmesi bitmek bilmeyen günleri, ayları, yılları bekleyerek. Geldiklerinde, geçtiklerinde ve hatta uzak bir anı olduklarında bile o mutluluğu getirmediklerinde, getirmeyeceğini bildiğinde bile aynı günleri beklerken insan. Böyle ölüyor işte. Beklerken ölüyor. Mutluluğu beklerken. Gelmeyecek bir şeyi beklerken. Ve hiçbir şey getirmeyen zamanlar gelip geçerken. Yorgunluk kalemi acıtırken. Gözden yaş bile düşmezken.

Sorular sormak istiyorum. Cevaplar gelmeyince daha çok üzüleceğimi bile bile. Her şey acıyor. Gözlerim bile. Ellerim bile. Ve bu hiç kimsenin umurunda değil. Ve olmayacak. Ne güzel doğum günü hediyesi. Satırlarca acı. Yazdıranlar da utanmaz ki. 2 defter yazdıranlar utandı mı? Onca insan 27 sene. Giren, çıkan, yiten, giden. Hiçbiri hatırlamıyor şimdi. Sayfalarda yaşadıklarını, ölüp gittiklerini tozlar arasında. Unutulduğumu unuttuklarını bilmiyorlar ve unutuyorlar. Kimse unuttuğunu bilmiyor. Unutulanlar hatırlıyor ve bir köşede yitip gidiyorlar. Köşeler bile utanıyor.”


Derin bir nefes alıp başını kağıttan kaldırdı. Lambanın tuşuna hafifçe basarak söndürdü. Oda karanlığa gömülünce ay ışığı kendini daha da belirgin etti. Yazdığı kağıdı dikkatlice ortasından ikiye katlayıp masanın bir köşesindeki benzerlerinin yanına attı. Ellerini birleştirip masaya yatay bir şekilde koydu. Başını ellerinin üzerine koyup gözlerini kapattı. Daha rahat etmek için ellerini biraz oynatınca dirseği masanın kenarında zar zor dengede duran kahve bardağına çarptı. Yerdeki kalın halının üzerine düşen bardak kırılmadı. Kahve lekesi halıda boylu boyunca uzanmıştı. Kafasını kaldırıp bakmadı bile. Boş bahçeyi düşünerek gözlerini kapattı.