Metropole taşındığımızdan beri evcil tavuklarım mutsuz. Enerjilerini kaybettiler, çok az konuşuyorlar. Sabahları ev çok sessiz, bir tek ben uyanığım. İkindi vakti ancak kalkıyorlar. Yaklaşık bir saatlerini boş gözlerle etrafı ve beni izlemekle geçiriyorlar. Bu sırada ben tırları sayıyorum veya uzandığım yerden film açmış oluyorum. Genelde animasyon açıyorum, tavuklarımın hiç ilgisini çekmiyor.

Durmaktan sıkılanlar ayaklanıp evde tura çıkıyor. Olmayacak yerlere örneğin yastığım veya halının üstü gibi, sulu dışkılarını bırakıyorlar. Geceleri soğuk fayansta yattıkları için bu normal, ben kötü ve fakir bir ebeveynim. Evde kimse temizlik yapmıyor, duş almayı aylar önce bıraktım.

Çoğunlukla oturup gökdelenleri, yüksek binaları izliyoruz. On yedinci katta oturuyorum, manzara çok. Her oda farklı bir mimari seyir sunuyor. Biz genelde salondakini tercih ediyoruz. Otobanı görebildiğimiz tek oda. Vakit öldürmek için tırları sayıyorum veya çirkin arabalara komik hikayeler bulup yakıştırıyorum. Yakıştığını tavuklarım söyledi, hepsi gülüyordu. Artık eski neşemiz yok. Ben uyduramıyorum, uydursam tutmuyor, tutsa da kimse gülmeye hevesli değil.

Evcil hayvanlarım dört yaşımdan beri benimle birlikte. Çünkü en geç dört yaşımı hatırlıyorum. Ailemle son gecemizdi, dans ediyorduk. Kuzenlerim ve arkadaşlarım da bizdeydi. Hoşlandığım çocuğa yine açılamamıştım, sümüklü kuzenim dansa kaldırmıştı, mutsuzca sallanıyordum. Duvarları küçük, renkli ampullerle süslemişti babam, ışığımız çoktu, bahçemizi de aydınlatıyordu. Saydım, yedi tavuk vardı. Düzensizce dağılmışlar, kimileri yatıyor, kimisi teras kapısının önünde volta atıyordu. Birkaçı bahçenin çıkışındaki çitlerin arasına dayanmış, dışarıyı izliyordu. Bir dağın eteğinde oturuyorduk. Bizim dışımızda 4-5 aile daha yaşıyordu. Köy merkezine biraz uzaktık ama burada herkesin arabası veyahut traktörü vardı. Ulaşımı kimse dert etmemişti. Sabaha karşı eğlencemiz sona erdi. Herkesi evine uğurladık. Tavuklar uyuyordu. Biz de uyumak üzere odalarımıza çekildik. Kuzenimle yaptığım dansı yeniden canlandırarak uyudum. Kalktığımda hava kararmıştı. Ev sessizdi. Salondaki radyoda bir kayıt dönüyordu, annem dolapta yemek olduğunu, çok geç kalmayacaklarını söylüyordu. Babam erken uyumamı salık vermişti. Kaydı durduramadım, nihayetinde dört yaşında bir bebektim. Paytak adımlarımla mutfağa gittim ve babamın zulasından cips ve çikolata çaldım. Sabaha karşı koltukta uyuyakalmıştım. Birkaç saat sonra zil çaldı. Radyo bozulmak üzereydi, annemin sesi cızırtılı gelmeye başlamıştı. Arkada bir canavar olmalıydı ve babam çok korkuyordu. Canavarın beni unuttuğunu düşünmek aptalcaydı, kapıyı açtım. Gelen aynı zamanda ev sahibimiz de olan komşumuzdu, kucağına tavuklardan birini almış başını okşuyordu. Anne ve babamın beni terk ettiğini söyledi. Henüz reşit olmadığım için evinden çıkmam gerektiğini, bunun yasak olduğunu anlattı. Boyama kitaplarım ve kalemlerimle dolu olan küçük çantamı boşaltıp içine kıyafet, tarak ve birkaç çikolata attım. Geri döndüğümde kapıda sadece miskin bir tavuk vardı. Artık radyodan sadece cızırtılar geliyordu, canavarla yüzleşmem gerektiğini anlamıştım.

Tavuklar peşime takıldı ve beni hiç yalnız bırakmadılar. Tuvaletimi yaparken bile yakınımda durdular. Önce köye sonra şehre taşındık. Terk edilmiş dükkanların bodrumlarında, atm’lerde veya yıldızların altında sabahladık. Gündüz uyumak çok daha kolaydı. İnsanların gürültüsünden, günlük telaşlarından rahatsız olmuyorduk, ninni gibi geliyordu. Acıktığımda ormana gidip meyve topluyordum, henüz bir bebek olduğum için fazla yiyeceğe ihtiyacım yoktu. Vücudum buna alıştı, meyveler beni yetişkin yapana kadar büyüttüler. Kimsenin ilgisini çekmeden yılları devirdik, yaramaz çocuk tavukları kaçırmış denildi ve yetişkinler eğlendi. Kimi akşamlar uyandığımızda önümüzde bir veya iki, bazen üç kese buluyorduk. İçi altın dolu oluyordu. Hatta bir keresinde keseden beş tek taş yüzük çıkmıştı. Çantam kellemizden daha ağır ve değerli olduğu gün, şehre taşınmaya karar verdim. Mücevherleri paraya çevirip bir ev satın aldım. Kalan parayla büyük bir alışveriş yaptım. Evim önce depoya sonra çöplüğe dönüştü. Beş parasız kalsam da iyiydim, akşam uyandığımda kese bulamasam da dert etmiyordum. Stok tükenene kadar keyfim sürdü.

Günleri aç geçirmeye başlamak zorlamıyordu ama tavukların açlığı tedirgin etmeye başlamıştı. Daha fazla uyumak ve daha az konuşmak nereye varacak endişeyle izliyordum. Çürüyen bedenimde değil, kötü ebeveyn olduğum fikriyle yaşamak güçtü. Ve tuvalete bile gidemeyecek hale geldiğim vakit, içimde sindirebileceğim hiçbir şey kalmamıştı, tavuklarımı konuşturmaya karar verdim. Çünkü sıkılıyordum. Sürekli yatmak belimi ağrıtıyor, acıyı etkisiz kılacak hiçbir şey bulamıyordum.

Öleceğimiz günler yaklaşmıştı. Evde ağır bir koku vardı. Tüm hayvanların kemikleri sayılabilirdi, enerjim olsaydı zevkli de olabilirdi. Bana kıçını dönüp televizyondaki haberleri izleyen tavuğuma ne gördüğünü sordum.

-Konuşsam iyi olur. Ne görüyorsun?

Konuştuğum tavuk kahindi. Eski ev sahibimizin başını okşadığı ve beni kapıda bekleyen miskin tavuk. Bir kehanette bulunmasını istemiştim. O gün karanlık ve ıssız patikadan köye ulaşmaya çabalıyorken konuşmuştu. Bir daha da sesini duymamıştım. Önümde giderken bir anda durmuş:

-Büyümeyeceksin, demişti.

Şimdi de öleceksin demesini bekliyordum. Azrail’in kokumuzu aldığına emindim. Kahin televizyonu kapattı, anlatmaya başladı:

-Gıt… Bir yıl, on ay önce kırmızı bir araba gördün.

-Hadi ama kahin. Geçmiş kimin umurunda?

-Gıt. Benim. Gıtt… Araba çirkin değildi, pahalı bir şeye benziyordu. Bu arabaya hikaye uyduracağını söyledin. Bir kulağımız sende, gözümüz otobandaydı. Araçtakilerin bir aile olduğu yalanıyla başladın. Anne, baba ve dört yaşındaki çocukları varmış. Tüm kış çalışmış ve çok yorulmuşlar. Tatil için güneye, denize gidiyorlarmış. Bebek yüzmeyi bilmese de mutluymuş. Annesi yüzmeyi bilmediği için tedirginmiş, babası da korktuğunu dile getiriyormuş ama çocukları umarsızca gülüp el çırpmaya devam etmiş. Hikayeyi burada tamamladın. Seni tek dinleyen ben kalmıştım. Diğerleri otobandaki kaosa dalmışlardı. Yeni birçok kırmızı araba geçmiş ve dikkatleri üzerine çekmişti. Penceredeki otobanı bitiren uydurdukların, yola devam etti. Denize değil göle vardılar. Yolcular yaşlı bir adam ile kadın ve şoförleriydi. Seneler önce evlenmiş olmalarına karşılık sevgi ve saygılarını tüketmemişlerdi. Kadın kocasının elini tutmuş, hızla geçen ağaçları takip ediyordu. Adam gözlerini yummuştu, uykusunu alamadan uyandığı bu yolculuk keyifli başlamamıştı ve sürekli sarsılan arabada devam da etmeyecek gibi görünüyordu. Şoför zengin birisiydi, ünlü bir restoran zincirinin müdürüydü. Buna karşılık doyumsuzdu, ek iş olarak yolculuk yapıyordu.

Sorunun ne olduğunu anlayamıyordum. Uydurduğum hikayenin ölüm döşeğinde ayağıma çelme taktığını görmek komikti, kahin birden gülmeye başladı. Samimi ve neşe dolu bir gülüştü bu. Kahkahaları inlemelere dönüşünceye dek güldü. Nihayet sustuğunda:

-Hala anlamadın mı, diye sordu.

Gözlerimi kapatmak üzereydim. Mutluluğu yormuş ve mutsuzluğumu körüklemişti. Bir an evvel uyumak istemiştim. Neyi anladığımı bilmediğimi söyledim.

-Sen bir tavuksun ve konuşamıyorsun, dedi bana. Tüylerinin arasından bir el aynası çıkarıp yüzüme tuttu. Bak, sen bir tavuksun, diye yineledi.

Arkadaşları gülmeye başladı. Herkes neşesini yeniden kazanmış görünüyordu. Kimi gülerken sırt üstü düşüyor ve daha fazla gülmeye başlıyordu, kiminin gözlerinden yaş geliyordu, Bu acıklı tablo içinde tavuk olmadığıma mı sevinsem, iyi bir ebeveyn olduğuma mı bilemedim. Tek bildiğim ölümü huzurla bekleyecek olduğumdu. Aynaya döndüm, tarağa ihtiyacım olduğunu düşündüm.