Görmedi beni.

Elindekiyle ne yapacağını bilemedi hiç.

Şaşırdı, korktu belki.

Ama çok sevdi beni hep annem. Bundandır belki bu derin şefkatim ona. Anlayamadığını sevmeyi bildi, en iyi yaptığı şeydi.

Çok sonra fark ettim bunu tabii.

Ne biliyorsa, onu verdi bana da. Fazlasını, farklısını görmemişti. Kör kuyudan su çekmekti beni büyütmek.


Bana neden tek arkadaşımın o olduğunu söylediğini, kırılma lüksüm olmadığını ancak zaman zaman, kuytularda bükülebileceğimi anlattığını anladım.


Kırılanları nasıl halının altına en hızlı ve en temiz şekilde süpürebileceğimi öğrendim.

Onu izledim, ona acıdım, ona benzedim.


Boyundan büyük savaşlarda boy gösteren, sanki korkuyla hiç tanışmamış, kolu kopsa yarayı saklamış küçük kurşun askeriydim.


Hiç uyarmadı beni asıl savaşımın ne olacağına dair.

Olmak istediği insan oldum.

Bedelinin yalnızlık olduğunu bilmiyordu ama bende gördüğünden beri farkında.

Hissizliğe olan inancı ne büyük. Ama sanmıyorum ki herhangi bir bilgisi var kangren hakkında.


Umut vadeden ama köprüden önce son çıkışta bir şeylerin yanlış gittiği bir deneydim.


Sandığından çok zayiat var ama tıpkı öğrettiği gibi, ona hiç söylemedim.


Bindiğim her otobüs, yuva etmeye çalışıp beceremediğim her ev biraz daha taşıdı beni ama nereye bilmem, istediğim yere olmadığı kesin.

Denizde sırtüstü, varacağımdan habersiz.

Akıntıya sonsuz güven.

En azından bu açıdan bakınca bulutlar çok güzel.

Hipotermiden mosmor kesilene kadar yolu var.

Hem kim bilir, belki mor beni açar.


Küçük, tüy gibi hafif adımlarla, ahşap zemini gıcırdatmaktan çekinir gibi bir maraton bu.

Ev yanarken bebek ağlamasın diye çığlığını göğsüne gömmek.

Dört kolla sana sımsıkı sarılacağını bildiğin tek kişinin kapısından dönmek.

Kokmadan çürümek, kalkmadan yürümek yerini bilmediğin bir sokağa doğru.


En aydınlık yanım bu.

Acıtıyor gibi görünen, sivri ama kesmeyen.

Çöl gibi içerisi, dünya kopsa bir gram esmeyen.