Hafif bir üzüntü hissediyorum derinlerimde. Gerçi ne kadar derin kestiremiyorum ama ince bir sızı bırakacak kadar bana karışmış. Kitap okurken üzgünüm, yemek yerken üzgünüm, bulaşıklarımı yıkarken üzgünüm hatta yorganı üzerime çekerken bile... Bir kez gülümser gibi oluyorum sonra yine üzülüyorum. Başlarda bu durumu önüme gelene anlatıyordum. Utanmasam sokaktan birini çevirip ona bile dert yanacaktım. Ama ne zaman üzgün olduğumu söylesem hemen kendi dertlerini anlatmaya başlıyorlar. Hayat zormuş, aşk zor bulunurmuş, para ise aşktan daha zor. Lafları ağzıma tıkıyorlar. Artık üzüntümü sır gibi taşıyorum içimde.
Aylar geçti ömrümden. Üzüntüm benimle büyüdü. Yara olsa iyileşir, nehir olsa taşar, taş olsa çatlar ama üzüntüm geçmiyor. Arada benimle konuşuyor. Yalnız kaldın, diyor. Haklı, yalnız kaldım. Hiçbir arkadaşımın yanında 'ben' olamadığım için çağrılmıyorum artık buluşmalara. Hoş içimden de gelmiyor onlarla olmak. Sürekli ne olduğu önemsiz şeyleri kutlamak, fotoğraf çekilmek, sonra herkes görsün diye paylaşmak bana yorucu geliyordu. Biraz da korkuyordum. Biri fotoğrafa bakar da sırrımı görür diye. Artık hiçbir fotoğrafta yoktum.
'Seni en iyi ben anlarım, Sevgilim'. Bana çok güzel yalan söylerdi üzüntüm. Teselli edip sırtımı sıvazlardı. Beni üzüntü olmadığına inandırırdı bazen. Dostummuş. Arkadaştan öte. Aslında benimle birlikte doğmuş ancak yıllar sonra benim ona ihtiyacım olduğunu düşündüğü için içime yerleşmiş. Ben akıllı bir kadındım, inanmadım. Ama o yalan söylemeye devam etti. Ben akıllı bir kadındım ama o kadar da değil. İnandım bir yerde. Bazen dalga geçti benle. Bazen de sevdi beni. Güzelmişim, bu güzelliği bir tek o görüyormuş. Sustum. Hiç cevap vermedim ama içten içe gururum okşandı.
Bir sabah gözlerimi açtığımda üzüntüm gitmişti. İçimi kağıt kesikleriyle kaplayan o duygu yok olmuştu bir anda. Emin olamayarak göğsümü yokladım. Sanki fiziksel bir yaram varmış gibi. Ama hiçbir şeyim yoktu, yani aslında çok şeyim vardı. Gülmek istiyordum mesela. Tatlılar yapmak, koşmak istiyordum. Mutluyum demek istiyordum. Aylar sonra ilk kez bir kuş gibi uçabilmişim gibi geliyordu.
Hızla yataktan fırladım, çarşafa takıldım ve düştüm. Lekesini umursamadığım tişörtümü çıkarıp yerine en sevdiğim elbisemi giydim. Yerimde duramayarak odadan çıktım ve işte tam da o sırada adımlarım bıçak gibi kesildi. Aylardır hissedemediğim bir başka duygu olan korku iliklerime yapışmıştı. Öyle bir kalakalmıştım ki... Tanıdık bir yabancılık kulaklarıma dolarken tek yapabildiğim elbisemin eteklerine tutunmak olmuştu. Yalnız yaşadığım evde mutfaktan sesler geliyordu. Çatal ve bıçak seslerine karışan bazen öfkeli bazen neşeli sesler... Kaç kişi olduklarını kestiremiyordum. Aslında aklıma kaçmak pek gelmiyor çünkü sesler o kadar tanıdık ki. Ben daha ne yaptığımı anlamadan birkaç adım yaklaşmıştım kapıya. Sesler de netleşmeye başladı.
"-koymamanı söyledim aptal". "Kapa çeneni". "Ne zaman gelecek? Çok özledim ben.". "Kapa çeneni."
Kapıya iyice yaklaşmıştım. Artık sesler çok daha belirgindi. En az üç kişi vardı. Hayatımda ilk kez duyuyor olsam da rahatsız edici bir tanıdıklık hissediyordum. Kafamı uzatıp baktığımda ise daha dehşet bir şeyle karşılaşamayacağımdan emindim. İçimdeki kağıt kesikleri cam parçalarıyla tekrar tekrar yarılmaya başladı. Kan revan içerisinde kalmıştım. İyileştiğimi düşünerek ne kadar da yanılmıştım meğer. Meğerse ben önceden sadece hastaymışım. Şimdi ise hastalığın ta kendisiydim.
Lavabonun önünde ellerini yıkayan kadın geldiğimi anında hissederek bana döndü. Bana benim gülüşümle gülerek," Hoş geldin, Sevgilim. Ben de seni bekliyordum." dedi.