"Nereye gidersen git, bu toprakların kokusu kalacak zihninde, ezberlediğin yüzlerin kalabalığından gözlerin âmâ olacak. Zahter kokusunda boğulacak ve yeniden doğacaksın her defasında. Bu topraklar artık peşini bırakmayacak."



Rosa'ya yazmamın üzerinden 2 aydan fazla zaman geçti. Acılarımı geri istemiştim, en insani yanlarımı. Fas'tan Tarsus'a ektiğim acı tohumlarının meyvelerini toplamak istemiştim. Topladım Didem, inanır mısın? Hem de ellerimden irinler akarken.


Yüzü hızmalı kadınların acısını nasıl yüreğime akıttığını gördüm, gözlerinin buğusundan hayata puslu bakmaya çalışırlarken ikram ettikleri kahvenin her bir yudumu dizildi boğazıma. Sarsıntı sadece evleri ve insanları götürmedi, köklerimizi her defasında kopardı yerinden. Her defasında daha derin, her defasında daha sert.


Acılarımı geri isterken Lazkiye'nin tabelasını böyle göreceğim aklımın ucundan bile geçmezdi. Köklerimi böyle bulacağım ve en yıkık haliyle bile beni bağrına basacağı, hayatımda tahmini bile olmayan bir ihtimaldi. En nihayetinde bunların hepsi oldu ama Didem. Hayatımın miladı oldu güzel zahter kokulu o topraklar... Ben de artık buğulu gözlerle bakıyorum hayata, çünkü tüm hüzünleri ezberledim ve adımları. Tüm yasları, öfkeleri, reyhanın her bir dalını ve bahurun kokusunu...


Senin yattığın 2 katlı ranzanın altında şimdi benim ruhum yatıyor Didem'im, yanına komşu geldim. Acılarımı sindirmek ve bir acıya dönüşmek için geldim. Öfkemin her bir zerresini hüznüme katık edip senden güç almaya geldim.


Beni güzel kül tablalarınla karşıla ne olursun. Belki de bir şişe şarabınla... Anlatacak çok şeyim var ama sen benim gözümün buğusundan anlarsın, biliyorum. O yüzden seninle oturup sadece ağlamak istiyorum.