Kök salmış bir yanım, umutlarımın arkasından. Yeşermiyor artık bahçemdeki çiçekler, ötmüyor kuşlar, gülümsemiyor gökyüzü...
Tam otuz yıl oldu...Uzun bir zaman, dile kolay. Otuz yıl önce bugün gibiydi, beni hayattan kopardılar. Attılar soğuk, küf tutmuş duvarların içine bir yastık, bir yorgan verdiler rahat edeyim diye ama bilmiyorlardı ki taşın üzerine başımı koyduğumu, üstüme de dertlerimi örttüğümü. Diri diri gömdüler evlatlarım beni kuru toprağa. "Huzurevi” evet, bu ev. Bu insanlar, bu eşyalar dünyadan uzaklaşmış gibi ta ki onlar gelinceye kadar... Torunlarım, evlatlarım ziyarete geldikleri gün en mutlu, huzurlu günüm. Zamanın durmasını istiyorum, keşke hiç gitmeseler. Keşkelerin içine hapsolmak nedir bilirim.
(Keşkelerle dolu bir hayat, insana umutsuzluktan başka bir şey vadetmez.)
Onları iki üç yılda bir görmek beni kahrediyor ama "Dede!" diye seslendiklerinde, kuru toprak üzerinde dans eden yağmur damlacıklarının sesine uyanıyorum. Tekrardan canlanıyorum. Yağmurlu günleri ve torunlarımın geldiği günleri bir ayrı seviyorum çünkü; Efendimiz (s.a.v.) buyurur ki "Çocuk sesi ve yağmur sesi insana Allah’ı hatırlatır." "Evlat" kelimesi bu kadar basit değil benim için. Her ne kadar beni bu kuyunun içine onlar atmış olsalar da karanlığımın içinde bana yol gösteren ve ışıl ışıl aydınlanan bir kutup yıldızını, torunlarım bana hediye ettiler. Hz. Yusuf’un 'Kuyudan Kurtuluşu'ndaki gibi...Beni de evlatlarımın attığı kuyudan kurtaran, evlattan da öte torunlarımdı.
Bu huzurevi, bu yalnızlık bana birçok şey kattı... Mesela; sabrı. Her insan sabredemez, sabretmeyi bilmek kadar hayata geçirmek de önemlidir.
"Sabır acıdır ama meyvesi tatlıdır."
Bu yaşlı ihtiyar söylemişti dersiniz.