Sabah saatin beşinde, kuşlar kanatlanıp göçmeye hazırlanırken bir anda içine dolan sessizliğe anlam veremez insan. Sadece hissedersin en derininde. Nedendir bilinmez insan bazen durduk yere kendini öyle hisseder. Biçare gibi. Solgun benizli bir çocuk gibi. Soyut bir kavram nasıl olur da insanın içine dolup taşar?


Bilinmezlik, sis gibidir. Gerçeklerin ve hiç gerçekleşmeyeceklerin üstünü örter. Her şey sisle kaplanmışken en yakınında olanı bile fark edemezsin. Yeryüzüne bir anda çöken sis, adeta göz kapaklarının ardına inen bir perde gibi her şeyive herkesi bulanıklaştırır. Bu kentte martılar yok, eğer olsaydı onlarla beraber tam da bu saatte kesik kesik çığlıklar atmak isterdim. Çünkü konuşmak fazlasıyla yorucu.Bu kentte ayaz var. Ruhumun her çatlağının arasından sürekli içime sızıyor. Ve bana kelimeler, diller yetmiyor. Gözlerimi yumuyorum, kesik nefesler almayı bırakıp derin bir nefes almaya çalışıyorum. Nefesim yarıda kesilip öksürüğe dönüşüyor. Açıyorum gözlerimi aniden, çevreme bakıyorum. Bilindik gri, yorgun sabahlar. Yağmur çiseliyor, öyle ki evde olmama rağmen kendimi sırılsıklam hissediyorum. Kendimle konuşmaya başladığımdan beri, ne zaman dineceğini bilmediğim yağmurlar yağmaya başladı bu kente.


Solmuş yapraklar birer birer yeryüzüyle buluşmaya bırakıyorlar kendilerini.Bir nevi intihar olmalı. Bundan sonrası onlar için bekleyişten ibaret. Üzerlerine basıp parçalarını dağıtacak kişileri beklemek…

Süregelen döngü hep böyle devam ediyor. Saat beşe çeyrek kala tüm sokak lambaları birden sönüyor. Griliklerin ardından pastel tonlar sıyrılıp ahenkle gökyüzüne dağılmaya başlamış bile. Serçeler üşüşüyor, pencerenin pervazına. Üşümüş o ıslak tüylerinin arasından birkaç damla daha buluşuyor soğuk betonla. Odanın içi aniden morla boyanıyor, bütün vücudumu bir anda titreme sarıyor. Şimşek çaktığı zamanlarda yaş seviyem dibe vuruyor ve bir daha eski haline uzun süre dönmüyor. Serçeler birbirlerine, bense kendi içime daha da sokuluyorum.