Gölgemin kaybolduğu gün,

eski, lekeli bir kumaştan kanatlar yaptım kollarıma.

Dikişi eğri büğrü.

Evet.

Uçacaktım.

Bir ağacın dalına konmadan,

bir kuşun kanadına çarpmadan.


Var gücümle çırpındım.

Kudretli bir rüzgar için yalvardım,

uçanların tanrılarına.

Baktım olduğum yerde,

hiç bilmediğim bir kendimle,

anladım.

Tanrılar lekeli kumaşları pek sevmiyor.


Kağıttan gemiler yaptım ben de.

Bir sürü.

Adım atacak yer kalmayana dek.

Bir gece karası, bir pencere gıcırtısı, bir silüet,

duvarlarıma çarpan dalgalar, boyuma uzanan gri eller...

Korktum.

Uyudum.

Ve ertesi gün uyandım.

Aydınlık bir pazartesi, bilirsiniz pazartesi işte.

Sonların ardı.

Kağıtlar yırtılmış, gemiler batmış.

İşe yaramaz kanatlarım sırılsıklam

ve ben boğuluyorum.


Zamanın yosunlu pervanesi durmuyor.

Aşınıyorum.

İşte şimdi çırılçıplağım.

Sürükleniyorum.

Suyun yüzeyine ramak kala,

bir balıkçının oltasına aldanıyorum.

İnci tanesi sanmıştım.

Yutkunuyorum.

Paslı bir şeker gibi saplanıyor dilime.

Gelincikler yeşeriyor dişlerimde.

Gün ışığının fırçasını yıkıyor gözlerim.

Ki gözlerim iki iri kahve çekirdeği.


Diyeceklerim vardı daha.

Ve bir özrüm.

Mühim değil hiçbiri.

Ardımdan beni sevmeseniz yeter.


Sus dünya.

Yırtıldı kulaklarım.

Kırık bu aynalar.

Göremiyorum kendimi,

birleşmiyor parçalarım.

Balıkçı, aç gözlerimi.

Ki gözlerim iki iri kahve çekirdeği.