Bazı kelimeler var ki yüklendikleri anlam yoğunluğunu, anlam ağırlığını sözlükler dahi yeterince taşıyamaz, ifâde edemez. O kelimeler, iç dünyamdaki derin vadilerde yankılandıkça farklı anlamlara, farklı şekil ve renklere bürünüyor. Bazen bir kelimenin çağrışımıyla sayfalar dolusu açıklamada bulunsam da yine meramımı ifade edemiyorum. Bu kelimeler, bazı duygular gibi, sadece hissedilir ve yaşanılır. Bundan dolayı ki bir dalgıç gibi kelimeler denizinde en etkili, en parlak; anlatılan konuyu en çarpıcı şekilde ifade edecek, duygu ve düşünce yoğunluğunu içinde barındıracak kelimeler ardında vurgun yeme pahasına söz deryasının derinlerine dalıyorum. Zira ben sözü bir inci gibi değerli bilirim.


Dilimde, geniş anlamlar ihtiva eden birçok kelime var. Bu kelimelerden biri de “imkansızlık” kelimesi… Sözlüklerde imkânı olmayan, olma veya gerçekleşme durumu bulunmayan manasındadır. Bu anlam da iç dünya terazimin diğer kefesinde duran “umut” kelimesinin kıpırdamasına engel oluyor. Öyle bir kelime ki bu mutsuzluğa itiyor. Hedefleri yok eden bir hastalık. İnsan, zamanın belirsizliği içinde ancak kendini gerçekçi bir şekilde mutlu hissettiği işleri yaparak ve attığı adımların; aklen, vicdanen, hissen doğru olandan yana olduğu takdirde tedirgin edici imkânsızlıklardan kurtulabilir. (Doğru olan sensin kurtulamıyorum imkânsızlıklardan)


Günlerim imkansız zaman aralıklarıyla dolu... Düşüncelerim yaşamıma yön verirken saliseler arasındaki ince zaman çizelgesinde yer alan imkansızlıklar, ruhsal olarak fazlasıyla tedirgin ediyor beni. Bu psikoloji baskı halindeyken, birbirinden karmaşık sorularla zihnimi meşgul ediyorum. "Ne yapmam gerek?" tarzı sorularla, yapmam gerekenler farklı cevaplarla sıralanıyor. Bazen kendime sorduğum bir soru imkânsızlık içinde 'imkanlı' adımlara yol açıyor. Bir nebze de olsun anlamlı günlerin hayalini kurabiliyorum.


Hayat dairesi, imkansızlıkların bana vereceği rahatsızlık ve günbegün içimdeki güneşin bulutlanması sebebiyle, ruhumun karanlık bir dünya için de kalacağından korkan oluyorum.


Ulaşımın ve iletişimin zirvede olduğu bu çağda yakınlaşmalar, kavuşmalar ve kucaklaşmaların daha fazla olması gerekirken, en sevdiklerine bırakın kavuşmayı bir selam bile gönder(e)memesi zulüm değil midir?


Hızla dönen dünyanın içinde başı dönen bir insanım. Birçok hasleti silebilirim ancak imkânsızlık ile başa çıkamıyor gibiyim. Bırakın peygamber demeyi Nuh bile demiyor ki o. Suyu çok soğuk. Kana kana içmem gerekirken bir yudum bile alamıyorum. Fareler mesela, kafalarının geçtiği her yerden geçer derler. Bu tezi çürütecek olan da o. Çünkü fareler bile onun kalbinden geçemez. Dedim ya, terazimin öbür ucundaki umut kefesi... Hiç kıpırdatmadı o kefeyi Keskin. O kefede umudun var olması bile üzerini zaman perdesiyle örttüğüm en insan

yanım.


Keşke, bütün unutulmuşluklara, bütün uzaklıklara, zaman ve zamâneye karşı; hiçbir karşılık görmesem de, hiçbir beklenti içinde ol(a)masam bile, Fuzûli gibi ben de; "Yâr kılmazsa mana cevr ü cefâdan gayrı/ Men ana eylemem mihr ü cefâdan gayrı" diyebiliyorum. Ve şöyle devam ediyor Fuzûli: Ser-i zülfünde olan bahtı karadan gayrı. (Senin saçlarında olan bahtı karadan başka hani bende gönül)