İnanmak; bu kavram bir mekânda, bir satırda veya bir ses ile birlikte kullanıldığında ve biz buna şahit olduğumuzda aklımıza güvenmek, doğru kabul etmek, itimat etmek ve o şeyin varlığına iman etmeye maruz kalırız. Burada maruz kalırız denildiği zaman, bazı özgürlükçü kimseler buna karşı çıkabilir. Ancak insanın varlık sahasına çıkmasında bile, kendisi menşeili bir irade faaliyeti yok iken, salt bir özgürlük kuramı ile insanların karşısına çıkmak, onları buna ikna etmek veya ikna etmeye çalışmak yanıltıcı değil midir? Konudan sapmamak için tekrar inanmak meselesine dönmekte fayda var.
İnsan ise yaşadığı dünyayı inanmaya dayalı bir düşünce üzerine inşa eder. İnanmak denildiği zaman akla ilk olarak, inançlar ve dinler gelmektedir. Dinlerin çokluğu ve tarih boyunca tüm toplumlardaki varlığı, inanmanın yaşamın bir gerekliliği olduğu konusunda bizi ikna etmektedir. Elbette inanç ve iman yaşamı değiştirme yönünden başat faktörler arasında sayılmaktadır. Ancak inanmak, sadece bir varlığı Yaratıcı, mabud veya Tanrı olarak nitelemekle sınırlı değildir.
Bu dünyada herkes, bir şeylere inanıyor. Bu inanış türü sadece dinsel bir zemine oturmamaktadır. Küçük bir çocuğun ilk inandığı şey, ebeveynlerinin sözleridir. Plastiğin gıda olarak tüketilmeyen bir şey olduğu, prizlerin oyuncak olmadığı, sütün faydalı olduğu vb. bilgileri ilk olarak ebeveyne inanmak üzerine inşa eder.
İnsanın yaş alması, bu inanma üzerinden bir yaşam formunu inşa etmesine engel değildir. Bir insan, kendine yakışan renk siyah olmasına rağmen çevresindeki kimselerin tavsiyesi veya zorlaması ile mavi rengin kendisine daha çok yakıştığını iddia edebilir. Peki, gerçekten kendisine en çok yakışan renk nedir? Bu soru, bireysellik veya toplumsallıktan hangisinin daha elzem olduğuna kapı aralamaktadır.
Bilindiği üzere insan toplumsal bir varlıktır. Bence toplum içerisinde yaşamaya mecbur nir varlıktır. Faraza insan bedeni işlevsel açıdan birbirinden farklı organlardan oluşan bir yapıya sahiptir. Evimizdeki eşyaları düşünelim; kapı, pencere, mobilya, yiyecekler, kıyafetler vb. bütün ev eşyaları her birini tek başımıza yapmak mümkün müdür? Elbette, değildir. Zikredilen bütün şeyler farklı birer zanaatın ürünüdür. Bu konunun inanma ile ilgili olan kısmı ise şu şekildedir. İnsan bir toplum içerisinde yaşadığı için o toplumun ve öteki toplumların yaşantıları hakkında haberdar olabiliyor. Özellikle modern dönem denilen bu milenyum da insanlar hayatları boyunca karşılaşmayacağı olaylardan ve mekânlardan haberdar olabiliyor. Örneğin Türkiye'de kriket veya tenis revaçta olan spor dalları değildir. Ancak herhangi bir arama motoruna bu sporların isimlerini yazdığımızda milyonlarca bilgi karşımıza çıkacaktır. Peki hangisine inanmalıyız? Bugün doğru denilen ve herkesin inanması mecbur kılınan bazı ilkeler, yıllar sonra değişebiliyor. Örnek vermek gerekirse, yıllar önce ambalajlı süt ürünlerinin tüketilmesi tavsiye edilirken, ambalajlı ürünlerde kullanılan koruyucu maddelerin bazı sağlık sorunlarına sebep olması nedeni ile süt ürünlerinin günümüzde taze bir şekilde günlük olarak tüketilmesi gerektiği söylenmektedir.
Şimdiye kadar verilen örnekler olumsuz bir etki oluşturmuş olabilir. Ancak birisi bize şöyle dese; bir deve kutuplarda yaşabilir. Böyle bir şeyi duyduğumuzda karşımızdaki kimsenin ya deli olduğunu düşünür ya da bizim üzerimizden bir mizansen sergilemeye çalıştığını düşünürüz. Eğer o kimseye hak veriyorsak ya biz deliyiz ya da hipnoz altındayızdır. Bu söylem bize inanılacak olan şeyin, İlahî otoritenin dâhilî yoksa akıl sınırları içersinde olması gerektiğini göstermektedir.
Ayrıca bize haberi, yani bizim inanmamızın istenildiği şeyi, bize ulaştıran kimsenin kimliği de önemlidir. Örneğin yalancı çoban hikayesini herkes biliyor. Bu hikayedeki çoban, halkı kendisine eğlenceli bir malzeme çıkarmak için kullanıyor. Hikayenin sonunda zararlı çıkıyor. Ancak hikayenin sonunda zararlı çıkan sadece çoban değildir.
Bir de ilk inanma eyleminin değiştirilmesinin zorluğu meselesi var. Bu durumu, kısaca şu haber üzerinden anlatmakta fayda var. Bir defasında izlediğim bir haberde, adamın biri işlemediği bir suçun zanlısı olarak cezaevine atılıyor yıllar önce, ancak kendisi hapishanede iken gerçek suçlu yakalanıyor. Aradan yıllar geçmesine rağmen, o yıllarda yaşanan bu olay sebebi ile söz konusu adam, aklandığı hâlde günümüzde bazı kimseler tarafından sözlü veya fiziki şiddete maruz kalabiliyor. Burada anlatılmak istenen şey aslında şu, insanoğlu olarak bir şeye bir defa inandığımızda, onu değiştirmek veya geliştirmek üzerine pek bir şey yapmıyoruz. İnanılacak başka bir şey buluyoruz.
Sonuç olarak şunlar söylenebilir: İnsan elbette yaşamını inanmak üzerine inşa etmelidir. Ama inanma eyleminden önce sırasıyla şunları da unutmamalıdır. Bizi inandırmak istenilen şeyin içeriği, imkânı, inanmanın bize nasıl bir tesiri olacağı, bize haberi ulaştıran kimsenin kimliği ve haberin doğruluğud
ur.