Ölüm, sık sık hatırladığım bir olgu. Normalde bugün bu olgu hakkında yazacaktım. Her şeyin ne kadar değerli olduğundan falan bahsedecektim. Ölüm hakkında yazılmış, boş laf edilmiş ne kadar yazı varsa bu yazı da onların arasına katılacaktı. Yazarından başka -hatta ona bile- fayda sağlamayan bir yazı olacaktı. Ama yazmayacağım. Günümüzün her bir saniyesinden falan bahsedip de sizin “tembellik hakkı”nızı elinizden almaya çalışmayacağım ya da sadece ölümden korktuğunuz için sevdiklerinize, onlara hiç söyleyemediğiniz sözler söyletmeye de uğraşmayacağım. Ama şunu söyleyebilirim, sadece korkunuz ve bu korkudan ortaya çıkan zangır zangır titremeniz aslında her şeyi söylüyor. Eğer ölümün gerçekten farkına varacak olsanız ve sevdiklerinizi sarıp sarmalayacak olsanız tüm bunları yapanın siz olmayacağının umarım ayırdındasınızdır. Hepimizin bu büyük muammadan ödü patlıyor, değil mi?

Bu olgunun tam zıddı olarak gördüğümüz yaşamdan da öyle. Yaşam ve ölüm. İç içe kavramlar. Hatta aynı sayılırlar. Nasıldı o söz? “Yaşamak da ölmek de...”

Ucuz bir dizinin repliğini kullandıysam iyi ki ölümden söz etmiyorum bu gece. Bahsedecek ne güzel olgular var oysa, değil mi? Söyleyin lütfen “Var!” deyin.



Böylece herkesin farkında olduğu bayat gerçeklere vakit kalmazdı. Birisi öldüğünde mesela bir yakınımız, genellikle kendi hâlimize acırız. Vefat eden kişiyi bir daha görememek veya gülüşünü duyamamaktır bu acı. Ama televizyonda gördüğümüz bir ölüm haberine daha içten fakat kısacık üzülürüz. Az ve öz derler ya hani.

“Gencecik kız, yazık! Hem kendini hem geride kalanları yakmış.”

Özlü sözler ya da Allah’ın rahmetini mevta için dilenmek...


Ama en azından üzüldüğümüz ölen kişinin kendisidir. Küçük bir tuşa, küçük bir baskı uygulayıp önümüzdeki ekran bir anlığına kararıp tekrar açıldığında bu sefer salatalıktan korkan kedilere gülüyoruzdur. Hayat çok acımasız. Benim de böyle olmama gerek yok.


Bana katılmak zorunda değilsiniz ama bir de gösteri gözyaşları vardır. Tanıyorsunuz o gözyaşlarının kimlere ait olduklarını. Üzüldüklerini, ağladıklarını herkes görsün ve duymayan kalmasın isterler. Seneler önce yaşadığım bir cenaze törenini paylaşmak isterim: Mevtanın kızı mezar başında ağlamaktadır. Telefon çalar, cevap verir ve daha çok ağlamaya başlar. Telefonun diğer ucundaki kişi, bu sefer ağlayan kişinin kızının hâlini hatırını sorar. Cevap şöyledir; (Ağlamaklı sesinden ve gözyaşlarından kurtularak yani maskesini çıkararak) “Kızım iyi! X Firmasında x olarak çalışıyor. Taşınacaklar bakalım bu ay sonunda yeni bir eve.” Konuşma o yönde devam eder.

Siz nasıl yaşamak isterseniz yaşayabilirsiniz acınızı. İster kanırta kanırta, ister içe ata ata. Ama ben iyi ki bu gece sadece şiir okuyup Erik Satie dinlemişim ve hiç bahsi geçmemiş ölümün. Yoksa gecenin verdiği sarhoşlukla yazmamak bir seçenek değilmiş. Ve sıkı sıkı sarılmak yaşama, bitmez tükenmez kaleme.