Salınırdı ağaçlar sabah yeliyle,

güneşin doğmadığı bu kentte.

Bir adam vardı tenhada,

yaşardı zihninin kuytu köşelerinde.


Çöpçülerden biraz evvel uyanır, bekçilerin haberinin dahi olmadığı sokaklardan rıhtıma doğru giderdi. Oturur izlerdi gemileri. Her biri, farklı bir diyar, bambaşka yaşanmışlıklar, başka dünyalar demekti.


Simidinden aldığı lokma ağzında, geveledi


"Ah ulan ah! Şu geçenlere bak bir de bana. Acaba çok mu düşünüyorum? Nedir bu sersefil halimle aradığım, yoksa aradığım için mi perişanım? Neyse..."


Yutkundu, kalktı ayağa. Başladı yürümeye, insanlardan uzağa. Yürüdü, yürüdü, yürüdü. Gittiği yeri bilirdi, ya bilmeseydi? Ne önemi var ki yürüdükten sonra? Elbet varılır bir yere. Asıl olan ne için gittiğini bilmekti, özümsemekti yolu, her karışını öğrenmekti.


Karanlığını aydınlatacak yıldızını bulabilmekti emeli. Soyu tükenmeye yüz tutmuş yaşam hevesinin can çekişme sesleriyle işlevsiz kalmış kulakları duymuyordu pazarcıların sesini.


"On lira on liraaa, batan geminin malları bunlaarr"

"Ne kadar yavrum biber?"

"On dedik ya teyze duymuyor musun?"

"Acı mıdır bunlar?"

"Hem de yaşamak kadar"

"On lira on liraaa"


Uzaktan şöyle bir baktı parka, her zamanki gibi sakindi. Birkaç

emekliden, top oynarken acıkıp incir yemeye gelen çocuklardan, parkı mesken edinmiş köpeklerden başka pek kimse uğramazdı zaten buraya. Köpekler... Onların bile bir yuvası vardı...

Bir de kendisi vardı işte, o da hala, şu koca evrende sığınacak bir yuva bulamayan bir divaneydi, yuva her zaman dört duvar değildi...


Dinsin diye içime gömdüğüm fırtınaların

Durmak bilmeyen rüzgarlarıyla yaşadım

Bir karşılığını göremedim hiç ısrarların

Biter dedim bitmedi yüreğimi yaraladım


Parka girerken durdu birden, derin bir nefes aldı. Olacakların farkındaydı, olanlardan alışkındı. Çimlere bastigi an başladı kıyamet. Soldu çiçekler, banklar devrildi, sarardı ağaçlar, toprakla buluştu yapraklar. Doğa bile dayanamıyordu onun bu haline. Köşesine doğru ilerledi.


Adamlar fark etti onu

"Geldi yine bu."

"Zavallı hala bekliyor, bıkmadı gitti. Valla helal olsun."

"Garip biri."

"Hop birader! Nedir, kimdir beklediğin, nereye bu gidiş, ne kadar sürecek bu bekleyiş?!"

Aldığı cevap boş bir bakışın ardından çevrilen bir sırt oldu. Ne bekliyordu ki zaten.


Devam etti yürümeye, bir banka oturdu. Önüne konan kuşları, kalan simitten kopardığı kırıntılarla besledi. Ölürken yaşattı...


Ölüm... Ölmek... Yaşamak... Nefes...


Hala bir anlamı yoktu onun için. Zaten bugün, "o" gündü. Gitmek ve kalmak arasında geçecekti saatler. Sonunda da gidecekti, hiç burada mıydı, hiç var mıydı peki? Yarım kalınca anlayamıyor insan.


Saat peşinde vahşi kurtlar varmışçasına ilerliyor. O ise ömrü boyunca süren arayışının yorgunluğuna yenik düşmüş göz kapaklarına sesleniyordu.


"Sabredin, sabredin ebedi kapanacaksınız zaten, ya huzurla ya korkuyla. Korkmayın, şayet korkacak hiç bir şey kalmadı, kaybedecek bir şeyi olanlar korkar, sizin neyiniz kaldı kaybetmekten korktuğunuz?..."


Son defa baktı parka. Keşke tadabilseydi tüm bu güzellikleri. Güneşi görmek isterdi mesela, gülleri koklamak. Kim bilir belki incirin bile çiçek açtığını görürdü, neden olmasındı? Bir kaç dize döküldü dudaklarından.


En siyah gülüyüm ben bu bataklığın

İçine doğdum karanlığın biraz berduş, laçkayım

Her günüm aynı diyemem ki başkayım

Geçmeyen sancılarla bitmez bir savaştayım


Sen ki ey gönül harabesinde gözümden sakındığım

Yağmur altında susuz kaldığım, düşlerde yaşattığım

Her gece hayaline sarıldığım, artık bir başkayım

Acılar bitsin, sana aksın tüm gözyaşlarım


Banka uzandı oynayan köpekleri izlemeye başladı. Üzerine çöken ağırlığı düşünemeyecek kadar bitkin hissediyordu. İsyan eden gözleri ile cebelleşirken bir ses duydu. Ona doğru yaklaşan adımlar. Git gide yaklaşıyordu. Gözlerini araladı, gördükleri karşısında şok olmuştu. Güneşin sıcaklığını yüzünde hissediyordu. Bu koku, çiçekler, evet çiçek kokusuydu bu. Sıkılıp ayrıldıkları ağaçlara geri dönme çabasındaydı yapraklar. İncirler bile çiçek açmıştı. Adım sesleri iyice yakınlaştı, kimdi bu gelen? Uzun beyaz bir elbise yavaş yavaş süzüldü önüne ve bir el uzandı. Tutmalıydı o eli, neden bilmiyor ama yapmak zorunda hissediyordu, yaptı da. Doğruldu, gelene baktı. Uzun beyaz elbise rengarenk çiçeklerle süslenmişti, rüzgar uzun, güneş sarısı saçları savuruyordu bir o yana bir bu yana. Tepesinde papatyalardan bir taç vardı. İkisi de konuşmuyordu. Sessizlik bozuldu.


"Kimsin sen?"


Sessizliğini sürdürdü melek görünümlü kadın. Arkasını dönerken gel diye işaret etti eliyle. Ayağa kalktı, takip etmeye başladı kadını. Bu sefer bilmiyordu nereye gittiğini, yolu da bilmiyordu. Her şey değişmişti, burası o kent değildi, bu park o park değildi. Adamlar gitmiş, köpeklerin sesleri kesilmişti.


Bilmediği bir yolda, bir melekle beraberdi. Bu halinden memnun olmuştu, memnun olmak... o kadar yabancıydı ki bu kelime ona.




Artık umurunda değildi.