Jean-Jack Rousseau kimdir bilir misiniz? Romantizm adı altında edebiyatla uğraşan Fransız bir yazar. Kendisi yalnız olması ile ün salmış, halbuki tarihine, hayatına baktığınız zaman çok kez ilişkisi olmuş. Peki neden buna rağmen "yalnızlığı" ile ünlü olmuş?


1712 yılında doğan Rousseau doğumundan 8 gün sonra annesi Suzanne'yi, doğum sebebiyle enfeksiyon kaptığı için kaybeder. Bu talihsiz bebek 10 yaşına geldiğinde ise babası tarafından terk edilir. Nedenini biliyor musunuz? Çok basit bir toprak kavgası yüzünden!! Babası uzak bir şehire taşınıp giderken de o 10 yaşındaki gencin tek sahip olduğu teyzesini de yanında götürür. Ne baba ama değil mi! İşin asıl can alıcı kısmı ise Rousseau'nun yıllar sonra babasının aslında teyzesi ile yıllardır evli olduğunu öğrenmesi. Bunun şoku ile yanında kaldığı amcasını da terk eden Rousseau'nun ömrü boyunca hissedeceği yalnızlık kalbinin derinlerine işlemeye başlar.


Savoy'a kaçan Rousseau bir rahibin yanına sığınır. Tam "artık yalnız değilim beni düşünüp hakkımda iyi şeyler yapan birini buldum" derken rahip onu hayatını mahvedecek olan o kadınla tanıştırır. "Warens".


20 yaşına geldiğinde Warens Rousseau'yu yanına sevgili olarak alır. Ve aynı anda evinin kahyası ile yakınlaşmaya başlar. Bunu farkeden Rousseau anlam veremez ama ne olursa olsun Warens'i hayatının aşkı olarak görmeye devam eder. Bir zaman sonra hayatının aşkı tarafından terk edilen Rousseau Warens'in yaptığı onca acımasız ve düşüncesiz davranışa rağmen, zamanında ona evini açtığı ve yardım ettiği için karşılığını vermek adına biricik annesinden kalan küçük bir mirasın tamamını Warens'e verir.


Yirmi yedi yaşında Fransa'nın Lyon kentinden öğretmenlik yapan Rousseau 1742'de bilim akademisine servet kazandıracağına inandığı nota sistemini sunmak için Paris'e taşınır ama başarısız olur. Aynı yıl da hayatına yeni bir arkadaş sokar, "Denis Diderot".


1743 den 1744'e kadar Fransa'nın büyükelçisi'nin sekreteri olarak düşük maaşlı ama onurlu olarak bir göreve sahip olur. Bu iş sırasında İtalyan müziğine, özellikle de operaya büyük sevgi uyandırır.


Beş parasız şekilde Paris'e dönen Rousseau öncesinde "arkadaşlık" adı altında başlayıp sonrasında "sevgili" adına dönüşen Levasseur ile tanışır. Başlarda birlikte yaşayamayan Levasseur ve Rousseau bir süre sonra Rousseau'nun Levasseur ve annesini yanına hizmetçisi olarak yanına almasıyla beraber yaşamaya başlar.


Levasseur yıllar sonra iftirasında daha öncesinde doğurduğu dört çocuğunun ikisinin Rousseau'dan olduğunu ve Rousseau'nun bu dört çocuğu da zorla ikna edip kimsesizler Hastanesi'ne (yetimhane) gönderdiğini yazar. Rousseau'nun mal varlığının yeterince olmasına rağmen onları geçindiremediği için böyle bir şey yaptığını iddia eden Levasseur ne yapıp edip Rousseau'nun servetinin büyük kısmına göz koyar. Bu durumu fark eden Rousseau aşkından dolayı ona kıyamaz ve her zaman olduğu gibi tuvalet kağıdı gibi kullan at durumuna düşürülmesine rağmen, isteğini kabul eder ve servetini Levasseur ve çocuklarına yedirir.


Bir süre sonra tekrardan terk edilen Rousseau, ona tek iyi gelen şeye, müziğe daha çok ilgi duymaya başlar. Ve birçok opera ile sahneye koyulur. Yazdığı operalardan birini çok beğenen Kral XV. Louis, Rousseau' ya ömür boyu maaş bağlamak ister ama Rousseau bu teklifi onurlu bir şekilde reddeder. O günden sonra tarihe "bir kralın emekli maaşını reddeden adam" olarak geçer.


Gün geçtikçe mükemmel eserler çıkarmaya devam eden Rousseau, gönlünü yeni bir kıza kaptırır. Gönlünün yeni sahibi Sophie ile başlarda iyi anlaşan Rousseau, Sophie'nin kendi ailesine olan tavırlarından rahatsız olur ve onu nazik bir dille uyarır. Bunu onaylayan Sophie, aynı şekilde davranmaya devam edince Rousseau yine alttan alır ve onu uyarmaya devam eder. Buna dayanamayan Sophie, onunla parası için birlikte olduğunu, aslında hiç birlikte olunmayacak bir adam olduğunu, kendisinden çok eserlerini yazmaya zaman ayırdığını ifade eder ve yüzüne karşı kin ve nefret kusar. Bu tavra rağmen Rousseau yine, yine ve yine alttan alır ve özür dileyip onu affetmesini ister. Sonuç olarak tekrardan terk edilen Rousseau'nun artık hiç birşeye hevesi kalmaz ve bu şekilde 1778 yılına kadar hayatına bir çok insanı iyi biri olduğunu düşünüp sokar. Ama kader hiç değişmez mi ki hepsi de Rousseau'nun iyi niyetinden faydalanıp onu daha da dibe sürükler.


1778 yılının 2 Temmuz'unda sabah yürüyüşüne çıkmışken üzüntüden kalbi sıkışır ve olduğu yerde yere düşüp hayatını kaybeder.


Şimdi bunu yazan olarak kafamda şöyle bir düşünce var: Acaba şu an Rousseau karşımda olsa ona ne söylemek isterdim? Ona sitem mi ederdim yoksa yaptığı şeyin doğru olduğunu sadece kaderin yüzünün ona gülmediğini mi söylerdim? Bunu tam olarak bilmesem de kesin olarak bildiğim, kafama takılan tek bir soru var:


İnsan denen varlık neden "Celladına" kıymak istemez ki?