Düşleri hep acıya bulanan bir ömrün, sonbahar akşamlarında soluyorum huzurun bezmiş halini...


Ayrık otlarına takılan çocukluğumun, kökleşmiş yaralarını öpüyorum. Dudaklarıma değiyor ürkek boynu bükük çocukluğumun...


Gönül koyduğum kimse de yok aslında. Bana dayatılan insan kırıklıklarının üstüne ördüğüm alçı duvarlarının taşlaşmış kalbiyle geldim ben bu yaşıma...


Direniyorum insandaki bu vefasızlığa. İçimin arka sokaklarında o kadar derin çukurlar var ki, çamurlaşıyor umudumun hayalperest nabzı. Çiçekli öpüşler konduruyorum, ruhu hapsedilmiş gençliğimin kirli sabahlarına. Öyle içten içe kanıyor ki ızdırabımın gülleri, dikenli tellere asıyorum öfkemi.


Sesimi bağışlıyorum, sesini kaybetmiş çocukluğuma, kuyudaki suya, ağaca, toprağa, esen rüzgara...


Muğlak bir gecenin, hırpani mevsiminde kaybediyorum aşklarımı. İçimi anlatabileceğim, dışımı sarıp sarmalayabilecek anne şefkatinde vicdanlı bir el arıyorum. Dokunsa dökülecekti küfüm. Huzura erecekti o küçücük kalbim.


Yolum uzundu elbette. Hoyrat bir rüzgar esiyor önce. Zihnim cümle kurmakta zorlanırken, yalayıp yutuyor bütün cümlelerimi bağrımda küllenmeye çalışan ateş. Aklımda değişmen sorular kırk takla atarken bir heyelan gibi etek ucuma düşüyor insan pisliği. Tahribatı ağır bir yükün altında debeleniyor kalbimin seven yanı.


Ah, insanların vicdana aykırı hallerini, kaldırıyorum ruhumun kelepçeli elleriyle. Yana yana, yaralana yaralana, sızlaya sızlaya...