İnsanın, yapıp ettiklerinin, her hareketinin altında sevilme arzusu yatar. Sevilme ihtiyacı her bir ihtiyaca ağır basar. Herkes sevilme şansını kollar hayatta. Görünmek, sevilmek için paylaşır, açar kendini. Veya bilakis, sevilmek için kapar kendini, kaçar görünmekten, pasif konum alır. Sevilmek için kaçar. Sevilmek için güler.


20. yüzyılın ikinci yarısında ve içinde bulunduğumuz yüzyılın ilk zamanlarını kapsayan en büyük motto, ne yapıyorsan en iyisini yap idi. Bu mottonun takipçilerinin günümüzde de oldukça yaygın olduğunu görüyorum. Çocuksu bir arzu ile en'in peşinden, durmaksızın koşan insanların, sevilmek için koştuğunu düşünüyorum. Sevilmek için, sevilmeyi "en" olma şartına bağlayarak, koşarak, hayatları tükendi, durup kendilerini sevmek akıllarına bile gelmedi ve yahut neden ve nereye koştuklarını düşünecek zamanları olmadı. Dışardan gelen onay onlar için - herkesin hayatının ilk evresinde olduğu gibi aslında- hayati idi. Durmadan çalıştılar, başarıp sevilenler tarih kitaplarına girdi, yeni nesillere örnek gösterildi başarıları. Yeterince başaramayanlar bize o tarih derslerini anlatıyordu. Mutsuz, öfkeli, hayattan alacaklı bir biçimde anlatıldı genelde tarih, bundandır belki de çok sevemeyişimiz tarihi. Kendi başaramayışlarından kaynaklanan öfke, gelecek kuşaklara bakıp da kendileri kadar çabalamadan, zorlamadan yaşanılabileceği fikrini görünce kuşak çatışması doğdu. Sevilmek için kendilerini yok etmeleri gerekmediği fikri, yaşanamamış, sevilmemiş hayatlarını hatırlatıyor büyüklerimize. 


Yeni yeni (yaklaşık 20 yıldır ) dolaşıma giren fikir ise kendini sevmek, öz-şefkat geliştirmek, kendine, bir arkadaşına yaklaşır gibi yaklaşmak. Nedir peki bu ekolü, bu çağda revaçta kılan, insanların ihtiyaçlarına cevap olup da yaygınlaştıran? Modern insanın yalnızlaşması, arkadaşsız kalması, kendi kendine arkadaşlığı mı doğurmuştur? Yoksa deneyimlerini aktarabilecek kadar uzun yaşamış ve kendine bakabilen büyüklerimiz, kendileri gibi yaşamamayı mı salık veriyorlar bize? Başka bir soru olarak, kendilerini sevememiş, bunu akıl dahi etmemiş ebeveynlerin çocukları olarak, böyle bir yaklaşımı, kendimizi sevmeyi, ne kadar özümseyebiliriz? 


Neden gecelerde oturup mesela, kalem alıp elime, bir şeyler karalıyorum? Sevilmek için. Hiçbir zaman, yakamı bırakmadı. Yazdığım bu yazılar, günlüğümde de olsa, bilgisayarımda gizli bir dosyada da dursa, okunmasını isteme dürtüsü, benimle beraberdi hep. O yüzdendir ki, bu yazılarda ve tabii hayatta, insan, hiç yalnız kalmaz, kalamaz. Görünmek, sevilmek, beğenilmek ikinci bir kafa gibi taşınır omuzda. Yüze takılan maske olur, klavyeye inen filtre olur. Kültür dediğimiz de bu maskeler ve filtrelerin toplamıdır. İstemese de maskeler her daim insanladır. Çıplaklık tahayyül edilemez.Çıplaklık, göründüğü zaman, dağlar yok olur, depremler parçalara ayırır, heyelanı yutar bizi.


 Çoğu psikoterapi ekolünde bile amaç çıplaklık değildir. Hangi maskenin senin olduğunu, aslında hep aynı maskeyi taktığını, genellikle benzer maskelere ilgi duyduğunu, maske takışının bir ritüeli olduğunu ve bu ritüelin maskeyle ilk karşılaşmada öğrenildiği, içselleştirildiği... Nasıl senin böyle bir masken varsa, herkesin de kendine özgü bir maskesi olduğunu fark ettiğin bir yerdir en iyi ihtimalle. Terapi ilişkisinde de takındığımız maskeler ne kadar netse, ne kadar azsa o derece güvenebilir ve tek tek maskelerimizi çıkarmaya yeltenecek güveni hissedebiliriz. 


İnsanın çıplaklığı korkunçtur. Tek çıplak kalmak bile utandırırken, beraber çıplak kalmak, yüzmenin korkunç olduğu, bir o kadar da kuru olmanın olanaksızlığını barındıran bir denizdir. Kiminle çıplak kaldığınız, ne hissettiğiniz ve kendinizle çıplak kalabiliyor olmanız, belki de kendinizi tanımanın en acı veren ve aynı zamanda en hayat dolu yoludur.


İnsanın tüm talebi ve aynı zamanda tüm kaçındığı şey, çıplak haliyle sevilmektir. Birer birer soyunuruz maskelerimizi. Her çıkardığımız maskede onay ve arzu görmeyi bekleriz. Soyulmayı ve soymayı, bekleriz ve isteriz. Sevilme arzusu, aynı zamanda, herhangi birinden beklenen bir şey de değildir. İki tarafın da birbirini soymaya, görmeye hevesli, çıplaklığını incitmeyecek kadar ihtimamlı, her maskeyi çıkarışta yavaş ve onay bekleyici olması da arzulanır. 


Zamanla, soyuna soyuna, soyundukça, sevilme ihtiyacımız doyuruldukça, korkularımız da artar. Bu korkunun başında kayıp gelir. Bu kadar çıplakken, soyulmuş ve soymuşken, karşımızdakinin bir anda, kafasına esip de (!), kalkıp gitmeyeceğinin garantisini kimse veremez. Gidebilmesine, tüm olanların bitmesine dayanan ihtimaller göz ardı edilir, sevilme arzusu ağır bastığından. Çıplak görmek ve görünmek arzusu, insanı çırılçıplak ortada kaldığı bir duruma götürür. Sevilme arzusu, insanı kör eder. Bu arkaik arayış, dönüp durur. Aynı hatalar durmaksızın tekrarlanır. Maskelerimiz aynıdır, ritüelimiz aynıdır, acımız aynıdır. 


Kişi, durup da kendi maskelerine, bedenine, çıplaklığına bakmazsa, yaşadığı acı deneyimlerle, acıdan kaçınmaya çalışır. Hayattan uzaklaşır. Acıyla eşleştirdiği gelecek deneyimleri yaşantılamamayı seçer. Fakat arzu içindedir. Bastırılan arzu, öfke olarak, yansır dışarıya. Herkesi kendinden aşağı, aşağılık, değersiz görmeye başlar. Tam tersi de mümkündür, dışarıyı idealize edip, kendisini yerin derinlerine gömmek ister. İki durumda da olan, ötekiyle bir ilişki kurmanın imkansızlaşması, kişinin kendi ötekisini unutması, hayatı tek bir duygu ile deneyimlemesi olacaktır. 


İnsan dediğimiz, gün sonunda, arzudan ibarettir. Tüm arzuların başında da tüm çıplaklığıyla sevilmek, beraber çıplak kalabilmek, maskesiz bir şekilde tenin tene değmesi yatar. Mesele belki de, gitse de, gidebileceğini bile bile, kendini açmayı, karşıyı soymayı istemektedir. Belki de, zaten olmayan biriyle, yani kendinle çıplak kalabilmektir. Kendi kendini soymak, sonrasında da, kendini, çırılçıplak ortada bırakıp, çekip gitmektir.