Gün ağarmadan hemen önce, ayın gümüşi ışıklarını tek göz odadan birer birer çekmesine yakın uykusundan uyandı kadın. Yanı başındaki küçüğün hala uyuduğunu fark ettiğinde olabildiğince sessiz doğruldu yerinden, çevresine mor halkaların sıralandığı iri gözleriyle bir süre izledi onu. Son yıllarda gördüğü tek güzel şeydi çocuk. Güzel, masum ve onundu. Sonra yol kenarlarında rastladığı ölü çocuklar geldi aklına, ürperdi. Düşüncelerini savuşturmak için hızlı, çocuğu uyandırmamak için sessiz kalktı yataktan. Dolabı açtığında unun geçen haftaya göre daha da az kaldığını fark etti. Çocuk her geçen gün büyüyor, büyüdükçe daha çok acıkıyordu. Ama önemi yoktu, bugün karneyle dağıtım vardı. Gülümsedi kadın. Önceki akşam komşusundan yorgan karşılığında aldığı bir kase süt de duruyordu hala. Çocuğa yeterdi. Geceliğini göğsüne doğru çekti, midesindeki yanmayı bastırmak için sardığı bezi biraz daha sıktı.

Kalan son unla yoğurduğu hamuru sacın üstüne attığında kapı çaldı. Panikle yatağa doğru seğirtti kadın. Uyanmış, huysuz hareketlerle gözlerini ovuşturmakta olan çocuğa sarılıp öfkeyle bağırdı:

—Kapı açık! Kaç kere diyeceğim sana bu saatte kapıyı çalma diye?

—Sana da günaydın, dedi genç kız içeri girerken. Ekmeğin kokusu evin önünü sarmış. Düşündüm ki kapını kilitlemişsindir. 

 Aynı anda ve bir örnek gümleyen postal sesleri bir kez daha içeri dolmaya başlamıştı. Kadın, omuzlarını düşürüp pencereye doğru yöneldi; açık duran tahta kepenkleri kapattı. Yoktan yere günün ilk ışıklarından mahrum kalan oda öncekinden de basık görünüyordu şimdi. Postal seslerini, şıpıdık damlayıp duran musluktan başka bölen olmadı bir süre. Sonra, bıktım artık deyiverdi kadın. Bizimkiler kudurmuş yine. İşgalciler oraya gidiyor. Genç kız umursamazca omuzlarını silkti. Uzaktan bir kaç el silah sesi duyuldu. Kadın kemikleşmiş ellerini içine ekmek parçaları doğranmış sütü kaşıklayan çocuğun kulaklarına sıkıca kapadı. Bıktım artık, dedi yeniden. İçine korkuyu ustaca gizlediği öfkeli gözlerini çocuktan ayırmıyordu. Ah şu isyan denilen illet olmasa! Belki düzelecek her şey? Fırsat vermiyorlar ki. Ekmeğimizi bile savaşıp durduğumuz adamlar veriyor bize. İsyan isyan diye bağırdıkları şeyin geberip gitmekten başka bir halta yaramadığını görmüyorlar mı?

—Bizden aldıkları ekmeği bize veriyorlar, dedi genç kız. Üstelik üçte birini bile değil. Ardından çenesiyle çocuğu işaret edip babası da onlardandı değil mi, dedi. İşgalcilerden biri.

Kadın cevap vermedi. 

—Geçen akşam da Ratel’in kapısını çalmışlar, diye devam etti genç kız. Onlar gittikten sonra asmış kendini. 

Kadın çocuğun kulaklarına daha bir sıkı bastırdı.

—Babası öyle biri değildi, dedi dişlerinin arasından. O beni sevmişti!

—Yaa, diye şaşırır gibi yaptı genç kız. Demek öyle? Hani, şimdi nerede öyleyse? Senin açlıktan yavaş yavaş ölüşüne bakıp aşkından iç mi geçiriyor!

Buna verecek cevabı yoktu kadının. Boşalan kaseyi çocuğun önünden kaldırdı, eşarbını kısa kestiği karanlık saçlarının üstünden geçirdi, söküklerini ne kadar gizleyebilirse o kadar gizledi ve haydi kalk, dedi. Karne kuyruğuna gecikmeyelim.

Dışarı çıktıklarında bir süre sessizce yürüdüler. Yolun her iki yanında, yıkık dökük duvarlara yaslanmış, avurtları derin birer çukuru andıran sıra sıra dilencilere baktı kadın. Sokakta yürüyenden çok dilenen vardı. Ara ara da kırık kuklalar gibi kolu bacağı ters dönmüş ölüler... Birinin gövdesinden akan kan taşların arasından incecik kıvrımlarla yolun ortasına dek yürümüş, sonra kurumuştu. Midesi bulandı kadının. Kokudan olduğunu düşündü. Yanındaki genç kıza baktı. Bütün bunları herkes kadar kanıksamış görünüyordu o da. Sonra kucağındaki çocuk geldi aklına. En azından o alışmış olamazdı, alışmamalıydı. Boşta kalan elinin uzun ince parmaklarıyla iki gözünü birden kapadı çocuğun. 

Bir sokak ötelerinden öbek öbek yayılan yuhalamaları, küfürlere karışmış sloganları, bağırıp çağıran, tehditler savuran isyancıları dinledi. Silahlar birbiri ardına patlayınca diğer yoldan gidelim dedi yanında yürüyen genç kıza. Çok geç, diye yanıtladı onu genç kız. Parmağıyla gösterdiği noktada tozu dumana katmış bir kalabalığın üstlerine doğru dörtnala koşturduğunu gördü kadın. İsyancılar. Hemen arkalarında ellerindeki uzun süngülü silahlarıyla gözleri kan çanağına dönmüş işgalciler vardı. O anda her şeyin bir fotoğraf karesinin içine hapsolduğuna, donup kaldığına, sonra sığmayıp taştığına yemin edebilirdi. Genç kız kolundan çekiştirmeseydi, kucağındaki çocuk korkudan çığlık çığlığa bağırmasaydı sadece durup izleyecekti. Silahlar patlıyor, insanlar birbirini eziyor, çocuklar ağlıyor, duvar diplerindeki sözde kötürüm dilenciler bile ilahi katlardan yüzlerine üflenmiş de bir anda iyileşmişler gibi koşuyorlardı. Kendine geldi kadın. Diğer herkesle bir koştu. Bir ara, bir merminin kulağının dibinde vınladığını hissetti. Durmadı. Birkaç adım sonra, hemen yanında koşan genç kız olduğu yere yığıldı. Dönüp bakmayı istedi ama bakmadı. Kucağında çocuk, koşabildiği kadar koştu kadın.

Nasıl olduysa artık hiç kimsenin yaşamadığını bildiği bir bahçenin tahta kapısından içeri atabildi kendini. Çocuk hala ağlıyordu. Kapının altından koşuşan insanların parçalanmış ayakkabılarını, hatta ayakkabısız ayaklarını, hatta olduğu yere yığılan ölü bir adamın kendisine bakan gözlerini ve gösterişli bir çift postalın sakin adımlarla yaklaşıp o gözleri tekmelediğini gördü. Damarları çatlayacak kadar irileşmiş elleriyle ağzını sımsıkı kapadı çocuğun.

Bir süre sonra sesler de postallar da uzaklaşmıştı iyice. Kucağındaki çocuğun artık bağıramayacağını, çırpınamayacağını -ya da büyüyemeyeceğini- ne zaman fark ettiğini bilmiyordu kadın. Bir ara fark ettiğini, yine de ellerini kapadığı yerden çekemediğini biliyordu sadece. İnce ince sızladığını duyuyordu içinin. Acısı yeni büyüyordu. Acısı mı? Belki de öfkesi. Emin olamıyordu. Yine de son kez yüzleşmeliydi "umut"la. Öldüğünü gözleriyle görmeliydi. Morarmış dudaklarına baktı çocuğun. İncecik kollarına, bileğine taktığı ucuz kırmızı boncuklara baktı. İki damla düştü çocuğun ışığı henüz sönmemiş saçlarına. Hayır, ağlamıyordu kadın. Taşa kesmiş bir yüz nasıl ağlıyor olabilirdi? Çocuğu, korkuları, hüznü ve soruları zorla ayırdı bağrından, olduğu yerde bıraktı. Yalnızca, artık istemese de boynuna bir urgan misali dolanan, boğan ve acıtan öfkesini aldı. Yumruklarını sıkarak kalktı ayağa. Uzun zaman sonra ilk kez birinin ona ismiyle seslendiğini duyar gibi oldu bir an. Dönüp arkasına bakmak istedi ama postallar önündeki kapının gerisindeydi.