Ayaklarımı sürtüyorum yere. Pek fazla oynatamıyorum. Beni buraya getirip bağlayanlar dışarı çıktı. Babamın derslerini hatırlamaya çalışıyorum. Nihayet tüm ömrüm ve hatta babamın tüm ömrüne bedel öğretiyi uygulama şansına eriştiğimi düşünüyorum: “Önce aklının başına gelmesi ve korkmaya başlaman için bekletecekler seni. Bu bekleyişin seni çıldırtmasını umdukları için uzun süre yalnız kalacaksın. Eğer profesyonellerse bunu yapacaklar, evet. Onlar geldiğinde ön sevişme aşaması hallolmuş olacak. Hazıra konacaklar. Korkmuş, zavallı bir adamın zihnine...”


Bu bekleyişi avantaja çevirmek üzere, konuyla alakasız ne varsa zihnime doldurmaya başlıyorum ben de. Luke Skywalker'ı ve İnek Şaban'ı bir western filmde hayal ediyorum. Aynı sahneleri tekrar tekrar çekiyor, babamın adına ön sevişme dediği aşamayı eğlenerek geçiriyorum. Filmi bitirip bir müzikal tasarlıyorum. Neşet Baba’yla Bob Marley düet yapıyor. Aklıma gelen her şarkıyı söyletiyorum onlara. Kapı sesiyle bölünüyor tasarladığım müzikal. Nihayet odaya girdiklerini görüyorum.


İlk görevi, ilk işkenceyi geçtiğime emin oluyorum yanıma koca göbekli bir adam gelince. Ona istediğini verirsem buradan gülerek ayrılacağımı söylüyor. Bu ihtimali kafamdan silip atmam gerektiğini biliyorum. “İşkencenin en büyük dostu beklenti ve umuttur.” Onları yok etmeliyim. Süreç devam ediyor. Sorusunu başka türlü soruyor bu kez: “Karın nerede?” Yeni bir ayrımdayım bu sefer. Ya onlarla alay edip gücümü göstereceğim ya da salağa yatıp karımın yerini bilmediğimi söyleyeceğim. Önce babama, sonra kendi azmime güvenip ilkini seçiyorum: “O mutlaka bir yerlerde alışveriş yapıyordur, indirimli mağazaları takip edin.” Fiziksel ilk temasa erişiyorum böylece. Burnuma bir yumruk yiyorum. Hata yaptığımı düşünmek üzereyken er geç bunun olacağı fikrine yürüyorum. Şimdi duygularımı ve bedenimi gerektiğinde kasıp gerektiğinde gevşeterek kontrol etmeliyim. Birkaç yumruk daha yiyorum, önden bir dişim sallanmaya başlıyor. Koca göbekli adam sırtını dönüyor, kat kat birikmiş ensesini görüyorum. Cebindeki telefonu çıkarıp zannediyorum mesaj yazıyor birine. İşini iyi bilen biri gibi davranıyor. Ya da ben yavaş yavaş, şu an için düşebileceğim en korkunç ve rezil duruma; Stockholm sendromuna düşüyorum. Zihnimi toparlıyorum hemen.


Adam dışarı çıkınca daha nitelikli işkence yöntemleriyle geri döneceğini biliyorum her nasılsa. Hazır mıyım peki? “Bu sorunun cevabını kimse veremez. Bunu sen dahi bilemezsin. Hazır olduğuna inanmak yeterli, bundan emin olamazsın.”

Adam geri geldiğinde yarı tebessümle karşılıyorum onu bu kez. “İyi bir ajan, bin Oscarlık bin aktöre bedeldir.”

Arkasından giren iki kişiyle az önceki nitelikli işkence fikrimde haklı olduğumu fark ediyorum. Önümdeki masaya aletleri dizmeye başladıklarında, cesur hissetmeye uğraşarak masaya çeviriyorum bakışlarımı. Kerpeten, pense, neşter, dikenli teller, bıçaktan keskin sıkıştırılmış kağıt tomarları, zımba, küçük nacaklar ve tabii vakitsiz ölmemem için ilk yardım çantası. Bana bakıp gülümsüyor iri olan. “Hep daha ileriye, en ileriye, işkence fiziksel değildir. Bir kısmını barındırır evet ama işkence zihninle, ruhunla ilgilidir; o ikisi incinirse bedenini delik deşik ederler. Ve sen salya sümük ağlarken, istediklerini onlara vermişken kafana tertemiz bir 50 kalibre hediye ederler. Bundan kaçın.”


Kahkaha atıyorum ben de. Gizlemeye çalışsalar da şaşkınlıklarını seçiyorum. “Yeterli miktarda delilik işkenceyi kolaylaştırır.” Sol işaret parmağımdaki tırnak çekildiğinde aklıma bu sözü geliyor babamın. “Ah!” diye acı bir çığlık attıktan sonra "Ah Bir Ataş Ver" türküsünü yüksek sesle söylemeye başlıyorum. Bundan zevk alan psikopatın, mazoşistin teki gibi davranıyorum. Tek tek çekiyorlar tırnaklarımı. Her defasında bir uzun havaya giriyorum, sesimin onları rahatsız edecek kadar berbat olmasına şükrederek. Çileden çıktıklarını soluk alıp verişlerinden anlıyorum. İçinde bulunduğum durumda sadece kendi acıma odaklanmak gerektiğini düşünebilirsiniz ama gözlemde yapmalıyım. Fırsatını bulduğumda topladığım bilgilerle üstlerine gitmeli ve avantaj kazanmalıyım. Her hareketlerini gözlüyorum bu yüzden. Bir insanı sigara yakışında tanıyabileceğini söylemişti babam. Soğukkanlı davranmaya uğraşıyorlar fakat gerildiklerinin farkındayım. Bu da eşime vakit kazandırdığım anlamına geliyor. İçime dolmasına ve beni umutla doldurmasına izin veriyorum bu sevincin. Bir süre idare edeceğim bununla.


Odaya liderlerinin henüz girmediğinden de eminim. Çünkü işkencemden sorumlu adamlar birbirlerine hiç kibar davranmıyorlar. Kendime bir manevra alanı açmak için sigara istiyorum. Önce birbirlerine bakıyorlar, sonra odanın ucunda oturan adam görünmez bir işaretle iri yarı olanı yanıma yolluyor. Parliament paketinden bir dal çıkarıp dudağıma iliştirecekken “Midemi bulandırıyor bunlar, sarı filtre var mı?” diye soruyorum. Bu kez daha bıkkın yumruğu. Gergin ve öfkeli. Özür diliyorum. Parliament için teşekkür edeceğimi belirtiyorum. Sigaramı yakıyor bu kez. Tekrar teşekkür ediyorum. Bana yaptıkları iyilikten sonra “Karıma ne yapacaksınız?” diye soruyorum. “Onu seviyorum ve buradan canlı çıkamayacağım. Hadi bana onun akıbetini anlatın.” Ötedekinin gözleri parıldıyor, ağzımdan böylece laf alacağını düşünmüş olacak ki konuşmaya başlıyor. “Karın ikili oynadı,” diyor. “Teşkilat içi tüm bilgileri düşmana verdi. Şimdi yurt dışına çıkmaya çalışıyor. Seni ise ölüme terk etti.” Canım yanmış gibi davranmalıyım. Yapay bir hayal kırıklığı yerleştiriyorum yüzüme. “Yapmaz öyle,” diyorum. “Sadıktır bana, en çok da teşkilata. Bir yanlışlık olmalı.”

“Hayır,” diyor, kendinden emin tavrı ürkütüyor beni. “Kaltağın seni sattığına neredeyse eminiz. İşimizi kolaylaştır. Tüm bu aletlere ve bunu istememize rağmen acı çekmeden ölmen mümkün.”


“Hayır!” diyorum. Sesimde bu kez daha az güven var. Kendimi sıkıp bir iki damla gözyaşı dökmüş olacağım ki beni odada düşünmem üzere yalnız bırakıyorlar. Ne kadar vaktim olduğunu bilmiyorum. O sebeple iyi kullanmalıyım bunu. Klips kelepçe arkadan bağlı ellerime, odanın tepesinde kamera var, ayaklarım da bağlı. Kelepçelerden kurtulup kamerayı halletmiş olsam bile, kapı kilitli ve önünde birinin beklediğine eminim. Yardım almadan buradan çıkmanın hiçbir yolu yok gibi. Dışarıya sesleniyorum bu yüzden. Kapının önünde olduğunu tahmin ettiğim kişi giriyor içeri, küfür edip niye bağırdığımı soruyor. “Seni zengin edebilirim,” diyorum. “Buradan kaçmama yardım edersen.” Kulağıma eğilip “Teşkilattan kaçamazsın.” diyor. Gülümseyip dışarı çıkıyor. Ölüme biraz daha yaklaşmış olduğumu seziyorum böylece.


Bana aylar gibi gelen acı dolu birkaç saatin sonunda elindeki tabancayı suratıma doğrultup “Son kez soruyorum.” diyor bir tanesi. Ben de “Anlaman gerek,” diyorum, “bana veya size ihanet etmiş olsa bile onu seviyorum ve onu yakalarsanız çok acı çekecek. Bunu istemiyorum.”


Alnıma iyice bastırıyor namluyu bu kez. Gözlerimi yumuyorum, bildiğim duaları samimi olmaya çalışarak mırıldanıyorum. Kapının sesiyle irkiliyorum. Beklediğim ses bu değil. Ve o tanıdığım kadife sesi işitiyorum: “Tamam, bırakın! Kahretsin, ona yemesi için bir şeyler verin.” Gözümü aralıyorum, her zaman giydiği siyah trençkotun içinde karımı görüyorum. Zoraki gülümsüyorum. “Bir test miydi?” diyorum. O da gülümsüyor. “Şaşırman gereken daha iyi bir ajan olduğunu düşündüğün karının tüm teşkilatı yönetmesi.” diyor. Bayramlarda kabrine gidip gözyaşı döktüğüm babamı görüyorum sonra. Bana göz kırpıyor ve karımın omzuna elini koyuyor. Artık daha hırıltılı sesi: “Sana söylemiştim. O hazır.”