Umut bir köy okulunda sınıf öğretmeniydi ve yedi senedir bu köyde görev yapıyordu. Umut hayatı boyunca hep öğretmen olmak istemişti. Daha ilkokuldan itibaren hangi mesleği yapmak istediği konusunda çok emindi. Öğretmenleri onun bu kararlılığını ve çalışkanlığını daima takdir etmişlerdi. Tabii ki bu hedefine ulaşmış ve öğretmenliğinin onuncu yılına başlamıştı.
Öğretmenlik yaptığı okulun etrafı çam ağaçlarıyla çevriliydi ve yer yer badem ağaçları vardı. Okulun hemen yan tarafındaki alanda ise kuru ağaçlardan kesilmiş, ince uzun dallardan kaleleri olan toprak zeminli bir futbol sahası vardı. Çoğu zaman burada çocuklarla kızlı erkekli futbol oynarlardı. Hatta küçük çaplı bir turnuva bile olurdu. Çocuklar çok eğlenirlerdi. Her zaman takım elbiseyle gördükleri öğretmenlerini top oynarken eşofmanla görmek, onlar için ayrı bir keyif kaynağıydı.
Baharda o toprak zemin badem çiçeklerini ağırlar ve badem çiçeklerinin kalbe dokunan, rengârenk kokusuna ev sahipliği yapardı. Aynı zamanda Umut Öğretmen bu okulun bahçesinde bulunan lojmanda kalıyordu.
Yine bir okul sabahıydı. Ve bugün onun doğum günüydü ama o bunun farkında bile değildi. Otuz iki yaşına gelmişti. Aynı zamanda bu, gireceği en zor yaş olacaktı. Yine her zamanki gibi takım elbisesini giymiş, çocukların çok sevdiği simsiyah saçlarını taramış ve sınıfa girmişti. Sınıfa girer girmez bir alkış tufanı sardı her yeri. Çocuklar İstiklal Marşı okurcasına birlik olup hep bir ağızdan; "İyi ki doğdun canım öğretmenim." dediler. Dile kolay, hem candı hem de öğretmen... Bu çok büyük bir gurur kaynağıydı onun için. Kesin Hasan örgütlemişti tüm sınıfı. Ee, sonuçta en büyükleri oydu. Aynı zamanda başkandı. Okul numarası bile 1'di. Daha ne olsundu… Çok mutlu oldu. Yüzünde huzur dolu çiçekler açtı.
On iki kişinin bulunduğu ve ilk üç sınıfın bir arada okumak zorunda olduğu birleştirilmiş bir sınıftı burası. Herkesin sırasında bir hediye, öğretmen masasında da bisküvi ve pudingle yapılmış dünyanın en güzel pastası vardı. Sanırım Umut Öğretmen’in yaşadığı en güzel doğum günüydü. Hasan'dan başlayarak yavaş yavaş hediyelerini vermeye başladı çocuklar. Hasan, kareli defterden yırtılmış bir kağıtla hediye paketi yapmış ve o hediye paketine az kullanılmış bir dolma kalem koymuştu. O hediye paketinin üzerine de ucu yeni açılmış kırmızı kalemle irili ufaklı kalpler çizmişti. Umut Öğretmen: "Aa, ne kadar güzel bir kalem... Kalemimin mürekkebi de yeni bitmişti, tam böyle bir kaleme ihtiyacım vardı. Çok teşekkür ederim Hasan." dedi. Hasan çok sevindi ve bir şeyler başarabilmiş olmanın verdiği gururla yerine oturdu. -Köyde yaşayan çocuklar için bir şeyler başarabilme hissinden daha güzel çok az şey vardı.- Daha sonra sınıfın en küçüğü olan Ayşe, minik adımlarla utana sıkıla gelip, yeni yıkandığı belli olan tertemiz önlüğünün alt kısmını sol eliyle kıvırarak yeni koparılmış bir kasımpatı uzattı öğretmenine. Öğretmeni onun ellerinden tutup yanaklarından öptü. Ve ona: "Oyyy, benim miniğim bana dünyanın en güzel kokulu çiçeğini mi getirmiş? Hediyen çok güzel, çok teşekkür ederim sana." dedi. Ayşe çok mutlu oldu. Daha sonra diğer çocuklar da hızlı hızlı hediyelerini verdiler. Öğretmen masası; kalemler, çiçekler, not defterleri ve birkaç tane de yıpranmış romanla dolmuştu bir anda. Herkese çok teşekkür etti ve hediyeleri hızlı hızlı vermelerindeki sebebi hemen anlayıp onları daha fazla bekletmek istemedi. Hepsinin bu kadar acele etmesinin sebebi; Neşe'nin annesinin yaptığı bisküvili pastadan bir an önce yiyebilmekti. Bunu hemen anlamıştı Umut Öğretmen. Çocuklar bu pastanın ne kadar güzel olduğunu iyi bilirdi çünkü.
Neşe, Yerli Malı Haftası'nda bu pastadan getirirdi hep. Puding çok yerli sayılmazdı belki ama pasta emek kokardı. Bu yeterliydi. Neşe'nin ilk kez bu pastadan getirdiği günü çok iyi hatırlıyordu Umut Öğretmen. İki yıl önce bir salı günü Umut Öğretmen, pazartesi günü Yerli Malı Haftası olduğunu ve evlerinden yerli olan şeyler getirmelerini istediğini söylemişti. Ama Neşe, yanlış anlayıp iki gün sonra perşembe günü okula annesinin yaptığı pastadan getirmişti. İçeri girdi, herkes sırasında oturuyordu ve kimse bir şey getirmemişti. Neşe çok utanmıştı. Zaten henüz birinci sınıftı Neşe. Daha önce böyle bir etkinlik görmemişti ki. Hem günlerin ikisi de "p" harfiyle başlamasaydı… Karışırdı tabii kafası, Neşe'nin suçu yoktu ki. Yanlış bir şey yapmış olabileceğini anladığında yanakları al al olmuştu Neşe'nin. Umut Öğretmen, onun utandığını fark edince tüm sınıfa; "Şekerim çok düşmüştü, Neşe imdadıma yetişti." dedi. Ve Neşe, ismi gibi neşeyle doldu. Öğretmeninin ne demek istediğini tam olarak anlamasa da güzel bir şey söylemiş olduğunu fark etmişti. Öğretmeninin bu tavrı onu çok rahatlatmıştı. "Şekerim düştü." deyiminin ne demek olduğunu yalnızca bazı üçüncü sınıf öğrencileri anlamıştı. Belki birkaç da ikinci sınıf… Birinci sınıflar pek bir şey anlamamıştı tabii. Hatta Neşe, gizlice gözlerini masanın altına dikip öğretmeninin düşen şekerini bile aramıştı.
Umut Öğretmen, pastaları tabaklara koydu ve herkese dağıttı. Çocuklar pastalarını yedikten sonra derslerde onlara sorduğu soruları bildikleri zaman, onlara ödül olarak verdiği akide şekerinden ve ağızda patlayan şekerlerden de dağıttı. Çocuklar güne mükemmel başlamışlardı. Yeniden Umut Öğretmen’in doğum gününü kutladılar ve pastalarını yedikten sonra hep bir ağızdan Neşe'ye teşekkür ettiler. Keşke o pastanın tadını ömür boyu bir daha hiçbir pastadan alamayacaklarını bilselerdi...
Gün bitti, gece oldu. Umut Öğretmen, saatlerce süren düşünce esaretinden sonra uzun zamandır açmadığı küçük sandığını çıkardı yerinden. Daha sandığı önüne koyar koymaz birkaç damla yaş koşarak uzaklaştı gözlerinden. Sandığı açtı. Babasının tespihi ve tarağı ilişti önce gözüne. Eline aldı babasının tespihini. Hani beş yaşındayken kek ve "Sarı kola" (gazoz) almak için bakkala giderkenki baba eli sıcaklığı vardır ya… İşte o hissiyatla okşadı tespihi. Sandıktaki diğer fotoğrafların arasından sıyrılan, annesi ve babasıyla çekildiği tek aile fotoğrafına baktı uzun uzun.
Zaman aktı. Umut, güneşli bir sabaha uyandı çocukluğunda…
Sekiz yaşındaydı Umut, evin yan tarafındaki yolda babasıyla futbol oynarken köylerine fotoğrafçı gelmişti. Babası fotoğrafçıyı durdurdu ve Umut'tan annesini çağırmasını istedi. Umut, mutlu mutlu annesini çağırmaya gitti. Ne güzel bir gündü, birlikte fotoğraf çekileceklerdi. Eve gittiğinde annesi evde yoktu. Bu sırada köyden feryatlar yükselmeye başladı. Ellerinde babasının aldığı Galatasaraylı kaleci eldivenleriyle seslerin olduğu yere doğru gittiler babasıyla. Fotoğrafçı da onlarla gelmişti. Evladını yitirmiş bir anne feryadıydı bu. Küçük bir çocuk için anlaması çok güçtü. Zatürre diye bir şey duydu. Neydi ki bu, ne demekti? Hem ne biçim hastalıktı, altı aylık bebekten ne istiyordu? Annesini de ağlarken gördü, çok üzüldü... O sırada annesiyle göz göze geldiler. Hızlıca gelip oğluna sarıldı annesi. Defalarca öptü, kokladı. Yanakları ıslanmış ve kızarmıştı Umut'un. Sonra evlerine gittiler. Evlerinin tam kapanmayan demir damaklı tahta kapısının önünde buruk bir fotoğraf çektirdiler. Yüzleri gülmüyordu. Akşamına da deprem oldu zaten. Keşke son fotoğrafta bari gülebilselerdi… Sadece Umut kurtulmuştu. Annesi ve babası hayatını kaybetmişti. Ailesi öldü, Umut o gün büyüdü. İkisi de otuz iki yaşındaydı. Dünya, altı aylık bir çocuğun ölümüne geceye kadar dayanabilmişti sanırım. O günden sonra Umut, başka bir köyde yaşayan anneannesi ve dedesinin yanına yerleşti. Kafasını kitaptan kaldırmazdı. Tek düşündüğü dersti. Ders çalışmak, onun savunma mekanizması olup çıkmıştı. Duygularını bastırdığı belliydi. Gözleri aynı annesine çekmişti. Kararlılığı da babasına... Koyduğu hedefi de aynı kararlılıkla bir ömür değiştirmedi.
İlkokul öğretmeni, Umut'un hayatında çok önemli bir yere sahipti. Sevgisini hiç esirgemezdi ondan. Umut, yalnızca onun yanında kendini hiç olmadığı kadar rahat hissederdi. Bazen okuldan sonra akşam yemeğine kadar öğretmeniyle oturur, anneannesi onu aramaya başlayınca da öğretmeninin yanında bulurdu. Öğretmeni de annesini küçük yaşta kaybettiği için Umut'u çok iyi anlıyordu.
İlkokul bittikten sonra ortaokul, lise ve üniversite olmak üzere tüm okul dönemlerinde yatılı okudu. Ne kimseyi ezdi ne de kendini ezdirdi. Herkes tarafından sevilen birisi oldu hayatı boyunca. Üniversitenin ilk iki yılında da arka arkaya anneannesi ve dedesini kaybetti.
Zaman güne döndü, yaş yeniden otuz ikiye...
Umut Öğretmen ailesinden kalan birkaç parça eşyanın olduğu küçük sandığını kapattı. Ve günlüğünü çıkarıp birkaç satır gönül acısı karaladı. "Sevgili Günlük, ben bugün doğmuşum, öyle dedi çocuklar. Kendim unutmuştum biliyor musun? Merak etme, yine kimseye belli etmedim içimin acısını. Ha bu arada Doktor; ”Altı ay…” diyeli birkaç ay oldu. Günleri saymıyorum artık. Bugün epeyce yorgunum, yarın tekrar yazabilmek dileğiyle…" satırlarını yazdı ve ilacını içip peruğunu çıkardı.
Mutlu...
14.10.2020 19.54
Mutlu Güvenir
2023-04-06T18:12:25+03:00Teşekkür ederim. Beğenmenize sevindim.😊
Özge Topuz
2023-04-06T17:51:58+03:00Çok güzel anlatmışsınız, çok da güzel bir hikaye olmuş 👏🏻