Öğle üzeriydi. Sabahçı olduğum için okuldan erkenden çıkmış, ev arkadaşım Hüseyin’i de alarak yaşadığımız küçük şehrin bir lokantasına götürmüştüm. Siparişlerimizi vermiş, tatlı bir muhabbete dalmıştık. O sırada Bülent girdi içeriye. Öğretmenevinde tanıştığımız bir arkadaşımızdı. Öğle üzeri olduğundan, lokanta biraz kalabalıktı. Bizi fark etmemişti, “nereye otursam” gibilerden bakınıyordu etrafa. Seslendim hemen: “Bülent hocam gel, böyle buyur… ” Geldi, oturdu ve o da siparişini verdi. Üç kişi, yine o tatlı muhabbetimizi devam ettirdik. Kasaya yöneldiğimizde Hüseyin erken davrandı ve üçümüzün de hesabını ödedi. Ve aradan on gün kadar bir zaman geçti. Hüseyin ile birlikte yine aynı lokantadaydık ama bu sefer caddeye bakan masalardan birine oturmuştuk. Az sonra hızla aşağıya inen Bülent’i gördük. Belli ki acele bir işi vardı. Ancak Bülent, o hızla etrafına bakınırken bizi fark etti ve hemen durakladı. Bir baş selamı verip geçeceğini sandık ama öyle olmadı. Nereye gidiyorduysa vazgeçti ve hemen içeri gelip masamıza oturdu. Otururken de “az çorba” diye seslendi garsona. Ve iki lafın belini kırmadan çorbasını içti, kasaya yöneldi ve hesabımızı ödedi. Dışarı çıkarken de “gençler, hesabı ödedim” dedi yüksek sesle.


Bu davranışıyla ne yapmıştı Bülent? Görünüşe göre, gelip bizimle birlikte yemek yemiş ve hesabı ödeyip gitmişti. Ancak gerek yoldaki aceleciliğinden, gerek masaya sonradan oturup bizden çok önce toparlanıp kalkmasından ve hemen kasaya yönelmesinden anlaşılacağı üzere esasen bizimle ‘hesaplaşmıştı’. Biraz garip belki ama bu davranışını görünce, sanırım on gün boyunca kafasında bir şeyler kurduğunu hissettim. Masamıza oturup bir şeyler yemişti ve hesabı Hüseyin ödemişti. İşte bu davranışın mutlaka bir karşılığı olmalıydı.


Hepimizde bu davranışın bir temeli var, öyle değil mi? Biri bize bir iyilik yaptığı zaman, sanki içimizde bir zemberek varmış gibi kurmaya başlıyoruz. Her adımımızda o kişiye bir hesaplaşma fırsatı yakalamak için yaklaşıyoruz. Ve ilk fırsatta, yapılan şeyin karşılığını veriyor ve artık ödeştiğimizi düşünüp huzura eriyoruz. Neden böyle yapıyoruz, biliyor musunuz? Çünkü biz, iyiliği böyle öğrendik; mutlaka karşılığı olması gereken bir davranış. Bize birisi iyilik yaptığı zaman fırsat kolluyoruz bedelini ödemek için ve biz de tüm yaptıklarımızın karşılığını bekliyoruz. Tıpkı annelerin, düğünlerde akraba ve komşuların taktığı takıları hesap etmesi gibi...


Daha açığı ne, biliyor musunuz; iyilik görmekten korkuyoruz... İşte bu, neden kötü bir dünyada yaşadığımızın da bir göstergesi sanki. Kimsenin iyi olmasına ve iyi kalmasına müsaade etmiyoruz ki. Kaçıyoruz iyilikten. Evimizi mi taşıyacağız, hemen taşıma şirketini arıyoruz, güya bir dünya dostumuz - arkadaşımız varken. Yolda biri, elimizdeki poşetlere yardım mı etmek istedi, “gerek yok, ben taşırım” diyoruz. Biri otomobiliyle bizi evimize bırakmak istese “yürürüm” diyoruz. Hatta öyle ki; şimdi dışarı çıkıp birine elli lira versek, korkup kaçarlar bizden. Belki de deli falan sanırlar. Ev taşıyan birilerine yardım olsun diye birkaç eşyaya el atsam, “iş bitince kesin para isteyecek” diye düşünürler.


Bir yazar diyordu ki: “Tüm insanlar iyidir, yeter ki iyilik görmüş olsunlar…” İyilikten korkmadığımızda, insanlarla olan muhabbetimizde hesaplar yapmayı bıraktığımızda, işte o zaman dünya daha yaşanır bir yer olacak…



25 Nisan 2020

Gültepe