Gün batıyor. Bir zerre umudun koynunda, masmavi bir geleceğe bakıyorum. Bir kızıl hale, bakmaya doyamadığım parlaklığıyla salınan saçlarının üstünde.
Yaralarımın kabuğunu soyar dururdum çocukken. Kızarlardı, soyma izi kalır diye diye. Ama gözüm hep yarada... Tam geçecek, tatlı tatlı kaşınıyor; gel de koparma. Ah, ne çok iz kaldı gerçekten. Dizlerim, kollarım hep yara izi. Akıllandım mı sonraları?
Kalbimdeki her yarayı kaşıdım, zihnimdeki her soruya takıldım didik didik. Yapma dedikçe kendime, neyi yapmayacağımı hatırlayıp tekrar tekrar kanattım. Yoktu başka çaresi. Alıştı zamanla vücudum gibi kalbim ve zihnim bana. Kaşınır, kanar, uzun sürer iyileşir ama sonunda mutlaka bir izi kalır.
Beni ben yapan, tüm bu izlerdi. Kabuklarımı koparırken bizimkilerden gizli gizli, anlamasınlar diye yüzüme yerleştirdiğim o gülümseme de kaldı yadigar. Böyle yüzüm güler, içime içime ağlardım. Yok yahu, acımıyor...
Denizin en arsız sandalı. Tüm dalgalara direnen, gücünü kimi kez dalgaların gücünden alan, rüzgara aşık, antika bir sandalım ben. Ruhum yarım asırdan eski. Umudum hep yüzyıllık baki. Ben bir güneşin, bir yıldızın peşinde, yarım asırlık ruhuyla el ele tutuşmuş gezen bir sandal. Uçsuz bucaksız bir denizin koynunda masmavi bir geleceğe bakıyorum!