Bugünlerde bir unutkanlık başladı bende. Beş dakika önce düşündüğüm şeyi bile unutmaya başladım. Küçük küçük notlar almaya başladım artık. Hani utanmasam parmağıma ip bağlayacağım, o derece. Melankoli komasına girdim galiba. Konuşmalarım iyiden iyiye azaldı. İhtiyacım kadar konuşabiliyorum sadece.

—Bir paket sigara.

—Kısa mı?

—Evet.

Bu kadar, daha fazlası yok. Hani uzun mu diye sorsa onu da kabul ederim. Bir kolay gelsin yok. Bir gülümseme, tebessüm yok. İnsanlık namına hiçbir şey yok. Parayı ver, sigarayı al ve takası tamamla. Ama şunu söyleyebilirim ki kendimle konuşmalarım hiç bu kadar olmamıştı. Aklıma bir şey geliyor, düşünüyorum; sorular, cevaplar, küfürleşmeler... İçimde büyük bir münazara gerçekleşiyor. Kazananı kim oluyor diye soracak olursanız, belli değil. Kaybedeni ben olduğum kesin. Sanki siyah beyaz bir filmin içinde gibiyim. Sanat filmi. Adam yürür, yürür, yürür... Sahilde bir taşın üstüne oturur, cebinden sigarasını çıkarır, çakmağını çıkarır. Yakar, derin bir nefes çeker, denize doğru savurur dumanını. Ne düşünür, niçin böyledir bilmeyiz. Yüzündeki acı okunur, yürüyüşündeki serkeşlik okunur, dumanı çekerkenki ahlar duyulur. Benim ahlarım duyulur mu? Şu karşıdaki dağ bilir mi beni? Küssem ona, haberi olur mu benden? Umuruna bile takmaz affedersiniz. Ben kimim, şu koca dağ kim? Bütün heybeti ile duruyor orada. Ne yağan kar ne yağmur ne fırtına... Tesir etmez ona, öylece durur bütün ihtişamıyla. Kim bilir kaç yıldır orada… Bir zamanlar volkanikmiş. Sinirlenince midir nedir, püskürüverirmiş. Sonraları sönmüş. O da bezmiş olmalı, bırakmış her şeyi. Severler böyle hayatı demiştir, belki küsmüştür dünyaya. Kıyameti bekliyordur. İntikam soğuk yenir diye düşünüyordur. İnsanları çiğ çiğ yemek istiyordur. Aferin ona. Ben de hoşlanmıyorum insanlardan. Yaradan’dan ötürü olan sevgim hariç… Haberleri izlemeyi bıraktım geçenlerde. Kesen, biçen, çalan, yalan, dolan, soyan... Benden uzak artık. Dandik haberleri okuyorum sadece. Pandalar mutlu değilmiş mesela. Onların moralini düzeltecek yeni şeyler yapılıyormuş falan. Bu haberler de insanın sinirini bozmuyor değil. Neyse, geçelim bu bahsi. Bir kahve koyalım bardağa. Kokusu sarsın her yanı. Suyu mu önce koymalı, yoksa kahveyi mi? İkisini de denedim, bir farkı olmadı. Ya da bana öyle geldi.

Yıllar önce birkaç hikaye yazmayı denemiştim, bir türlü oturup da iki cümleyi yan yana koyamadım. İnsanın bir şeyler yazması için çokça acı yaşaması gerek kanaatimce. Aşk, ölüm, yalnızlık, ayrılık... Nerede ne kadar kasvetli şeyler varsa işte…

İnsanı insan yapan yaşadığı acılar fikrimce. Acıları ve umutları... Mutluluk denen şey, bu uzun ince yolun durakları sadece. Mola verip bir sigara yaktığımız yer... Ama çabuk olmalıyız. Muavin birazdan camları yıkamayı bitirecek. Kaptan çayını kahvesini bitirecek. Tekrar yola çıkmalı. Bir dahaki durak kaç dakika, kaç saat, kaç yıl sonra, bilinmez. Belki de bu durduğumuz sondan önceki durak. Hazırlanmalı... Zira anons etmiyorlar bir trendeki gibi “Ölüm, son durak!" diye. Fazla bir şey almayalım yanımıza. Bir beyaz örtü yeter. İki metre... Sonrası Tanrı’nın işi.