11 saat 15 dakikalık uçak yolcuğunun 8 saatini Xanax’lı ve dolayısıyla uyuyarak geçirmiş biri olarak amaaan, bir şey değilmiş canım, kolay geçti’ diyerek Orta Asya’dan at üstünde gelmiş kahramanlar gibi 15 kişi ayak bastık Japonya’ya. İlk dikkatimi çeken, bizdekinin aksine havalimanının son derece sakin oluşuydu. Sanki bütün uçuşları durdurmuşlar ve herkes olduğu yerde kalsın, Türkiye’den ağır (her anlamda) misafirlerimiz geldi demişler gibi. Ne bir pasaport kuyruğu, ne bir gümrük kuyruğu ne de dakikalarca bavul bekleme işkencesi… Bir ara ulan o düdük gibi uçak bizi Japonya diye Allah'ın unuttuğu ıssız bir adaya mı indirdi, diye geçirdim içimden. Uçaktan inmemizle havalimanından çıkmamız neredeyse 15 dakika içinde oldu bitti. Bizim iki sevimli ihtiyarın tuvalet molası olmasa belki rekor kırar, 5 dakikada bile çıkabilirdik. 


Havalimanı çıkışında beni çılgın bir kalabalığın, birbirine çarparak yürüyen insanların, acaip bir kaosun, deli gibi çalan kornaların beklediğini düşünürken sessizliğin ortasında yine sessizce bizi bekleyen rehberimizi ve ön camında "wedding group" (düğün grubu) yazan 20 kişilik kırmızı renkli midibüsümüzü görünce yok, biz kesin yanlış yere indik, dedim. Türkçeyi benden daha iyi konuşan rehberimiz Kazuko (Kazu) Narita şehrinde olduğumuzu, Tokyo’ya 1 saat sonra varacağımızı söyleyince kaos konusunda yine umutlandım. Neticede kaosun isim babası olan bir metropolden 35 milyon nüfuslu başka bir metropole gelmiştik. Çılgın kalabalıklar, birbirini ezenler, sinyal vermeden şerit değiştirenler, ilerlemeyen arabalar, su içip pet şişeyi umarsızca sokağa fırlatanlar, arabanın camını indirip "hhaağğğğ tüüüğğğhh" diye sokağa tükürenler, her an kavgaya hazır asık suratlar… Bunların hepsi olması lazımdı...


Wedding Team, Tokyo yolunda tam gaz ilerlerken bindiğimizde gece 1'di indik akşam 8 nasıl oluyor şimdi bu? Ulan lisede matematiğe ve coğrafyaya çok asılmadım bak şimdi lazım oldu, diye şaşkına dönen beyin hücrelerimi azarlarken ufukta ışıkları suya yansımış yüksek binaları görünce Tokyo’ya yaklaştığımızı tahmin ettim. Beyin hücrelerim en azından bu kadarını yapabiliyordu. Sonradan anladım ki tertemiz *jetlag olmuşum. İstanbul benzeri bir kaosa kendimi hazırlarken Kazu’nun, işte şimdi Tokyo’nun Nişantaşı’sına, yani kalacağımız yere geldik Ginza demesiyle kafamda Tokyo-İstanbul ve Ginza-Nişantaşı karşılaştırması yapan bir sahne belirdi. (Merak edenler Google görsellere Ginza yazıp bakabilirler.) Ahhh Ginza, canım Ginza... Çok renkli, cıvıl cıvıl, Nişantaşı’ndan aşina olduğumuz lüks markaların hepsini, hatta daha fazlasını barındıran ışıl ışıl bir yer. Nişantaşı’ndan farkı ise durmayan bir trafik (Trafik İngiltere gibi gidişler sol taraftan olacak şekilde.), trafiğin düzeninde soldan ve çok düzenli işleyen bir yaya trafiği, göze hiç batmayan kalabalık ve en önemlisi de korna nedir bilmeden sessizce ilerleyen elektrikli arabalar ve bisikletli insanlar...


Girişi 16. katta olan otelimize girip bavullarımızı resepsiyona emanet ettikten sonra yaklaşık 200 metre kadar yürüyerek akşam yemeğimizi yiyeceğimiz Türk restoranı Saray’a geldik. (Hemen çiğ balıkla başlamayalım alıştıra alıştıra Japon mutfağına geçelim dedik.) Acılı ezogelin çorba mı dersin? Sigara böreği mi dersin? Patlıcan musakka mı dersin? Karışık kebap tabağı mı dersin? Fırın sütlaç mı dersin? Ne dersin? Çok değil, 12-13 saat önce ben yatağımı özledim, gitmek istemiyorum diyen birinden fırın sütlacı kaşıklarken ben bu Tokyo’da yaşarım haaa, diyen birine dönüştüm. Zira ömrümde yediğim en güzel musakka Tokyo'daydı.


Japonya'ya ayak basışımın daha ikinci saatinde Tokyo’nun göbeğinde ince bellide çayımı hüpletirken şimdi bu Ajda bardağı mı, yoksa yakuza bardağı mı diye geyik muhabbeti yapacak kadar gurbetçi kıvamına geldikten sonra Kazu’nun bütün gezi boyunca söylediği çok değil, 5 dakika yürüyeceğiz, cümlesiyle otelimize doğru 15 dakikalık yürüyüşe geçtik. Ben bu Japonların bir eksiğini bulup yerden yere vuracağım diyerek, köy ağası gibi ellerimi arkada bağlamış şekilde grubun önünde yürümeye başladım. İleride dozer ve birkaç adam görünce yol yapımı olduğunu tahmin edip hah dedim, işte şimdi yandınız. Yaklaştıkça uyarı ışıklarının ve insanları yolun karşısına yönlendiren görevlilerin 10 metrede bir sıralandığını gördükçe epey büyük bir mevzu var, herhalde biri çukura düştü diye düşündüm. Bir görevlinin nazik işaretiyle ve özür diler bir yüz ifadesiyle yerlere kadar eğilerek bana yolun karşısını göstermesi karşısında dehşete kapıldım. Sadece bir tuğla büyüklüğünde oluşan çukuru kapatmaya uğraşıyorlardı. O kadar ışıklı uyarı tabelaları, insanlara zarar gelmesin diye kendilerini parçalayan görevliler, bir an önce bitirmek için arı gibi hızlı hızlı çalışan işçiler… Yok dedim, insana bu kadar değer veriliyor olamaz. Bu işte kesin başka bir şey var diyip otele doğru devam ettim. 



Saat 23.30 sularında gruptan birazcık uzaklaşarak, tenha sokaklarda tek başına yürüyen genç bir kadın olarak ürkmek istedim, yanımdan geçen adamlar acaba laf atarlar mı diye ürkmeye çalıştım ama ürkemedim. Zira adamların yan yana geçişirken yaptıkları tek şey hafifçe eğilerek nazikçe gülümsemek oluyordu. Hani benim İstanbul'umun laf atmaktan, taciz etmekten çekinmeyen bıçkın delikanlıları? Hani benim İstanbul'umun uyarı levhası olmadığı için insanı içine içine çeken derin çukurları? Hani benim İstanbul'umun çöp dolu yolları derken yine hah dedim. Bu sefer buldum, 10 dakikadır yürüyorum ama ben yürüdüğüm yere bakmadım. Yollara bakmadım. Yol kenarlarında kesin çöp vardır dedim ve eğdim kafamı aşağı. 30-40 adım çöp arayarak geçti. Bırak çöpü toz bile göremedim ve bal dök yala tabirinin Japonya’dan çıktığına emin oldum. Sessizce giden araçlar, selam verip geçen insanlar, ufacık bir yol çalışmasında insanlara verdikleri rahatsızlıktan dolayı mahcubiyetten bel fıtıkları patlayana kadar yerlere kadar eğilen görevliler, temizlikten parlayan yollar… Her şeyin bu kadar mükemmel olmasının verdiği cinnetle grubun gençlerine doğru bağırdım: Allah’ını seven beni yere atsın! Kendi tozumla Tokyo sokaklarını kirletmek istiyorum!