"Hastalık derecesinde aşırı duyarlı biri, çevresini saran dünyanın onu getirdiği her şeye, yaşanan dünyaya ve paylaşımda ona başarısızlıklar, yıkımlar getiren dünyaya karşı çok duyarlı. Kısacası koşullar tüketiyor onu. Daha da kısaca anlatmak istersek, dünya yaralıyor onu.”


"Ne yorucu, hep kendin olmak ne yorucu."


"Kendime daha da çok yaklaşıp beni merkezden uzağa atacak olan her şeyi bir yana bırakma gereği duyuyorum."


"Uyanıp bir de bakıyor ki insan, düşünde şöyle bir gördüğün cennetin kalıntıları avucunda, çöküvermiş üstüne, suda boğulmuş birinin saçları gibi, müthiş bir bulantı hissi, sıkıntı, kaygı, her şey yalan dolan gibi bir duygu, her şey yararsız, özellikle yararsız, sanki kendi üstüne yıkılıyor duvarların, yığılıyorsun kendi üstüne, bir yandan da dişlerini fırçalıyorsun değil mi, lavabolara dalıp kalıyorsun, sanki lavabonun beyazlığı emiyor seni, sümük, tükürük, kepek, salya, bir de bakıyorsun bırakmışsın kendini başka bir şey olmaya, başka bir şey düşünmeye başlamışsın, uyumadan önceki durumuna, hani hâlâ dalga dalga kalır ya insanda, işte o duruma üstelik bizzat sen olan sana ama yavaş yavaş seni terk etmeye başlayan durumuna... Evet, bir süre için düşersin, kendi içine, ta ki uykusuzluk duvarı dediğimiz savunma hattına dayanana dek, seni tutana dek orada."


''edebiyat arşivlerinde konaklayarak farkına varmadan değişmeye ve düzene girmeye götüren bir düzensizlik bana gerekli gibi görünüyordu...''


"Birbirimizi aramak amacıyla değil ama birbirimizi birden görüvereceğimizi bile bile gezinirdik."


"Daha o zamanlar, arayış denen sözcüğün benim simgem, geceleri hiçbir amacı olmaksızın dışarı çıkanların amblemi, pusulayı şaşıranların belgesi olduğunu bilirdim."


"Sanki aşkta seçim olurmuş gibi, sanki aşk insanı çarpıp ikiye bölen ve oracıkta kanını dondurup taşa kesen bir şimşek değilmiş gibi."


"Aşk törendir, bir çeşit varoluş törenidir, varoluşunu size veren, verici, varlıkların birbirine kendisini sunduğu bir tören.

İnsan kendisine sahip olamadan bir başkasına sahip olamazdı ve gerçekte de varlığına sahip olan kim vardı sözün gerçek anlamında? Sahi, kim kendini yanlış yoldan çevirebilmişti ki, kim yalnızca kendisiyle arkadaşlık etmeyi bile istemeyecek kadar salt yalnızlıktan kaçıp kurtulabilir ve sinemalara atılmaktan, genelevlere, dost ve arkadaş evlerine gitmekten, kendini bir mesleğe vermekten ya da öbür insanlar arasında kendini daha az yalnız hissetmek amacıyla evliliklerden alıkoyabilir? Böylelikle, iki karşıt açıdan bakıldığında, yalnızlığın en üst noktası yine de insanı dosdoğru insan çokluğunun tam ortasına atıyor ve arkadaşlık düşlerine, aynalarla ve kim kendini yankılanan seslerle dolu salonlardaki yapayalnız insana götürüyordu. Böylelikle evet, onun gibileri, yani kendilerini oldukları gibi kabul etmiş olanlar (ya da çok yakından tanıyınca yadsıyanlar) aykırılıkların en belalısının karşısında buluyorlardı kendilerini, belki de sınırı aşma gücünü kendilerinde bulamayarak, düşüncede bambaşka biri olabilmenin kıyıcığında kalakalmak gibi. Çevreyle hassas ilişkiler ve olağanüstü uyumlar sonunda “bambaşka biri oluş” tek bir yoldan gerçekleşebilirdi, o da uzatılan ele, dışarıdan bir başka elin, bir başkasının elinin uzanarak karşılık vermesiyle ancak."


"Anımsama ile unutma arasındaki ilişki yaşam ile ölüm arasındaki ilişkinin aynısıdır."


"Birbirimizi pek iyi tanımıyorduk daha ve yaşam bizi ayırmayı aklına koymuş gibi ne gerekiyorsa inceden inceye dokuyordu."


"İçinden konuş dur, konuş dur, eziyetin ta kendisi."


"Deha, insanın kendisinin dâhi olduğu konusunda kendisiyle bahse girip de tam üstüne basmasıdır."


"Kendi kendimi kusmak geldi içimden orta yere; yeni bir günün kapısında bulmak kendimi, ne farkı vardı bugünün öbüründen, aynı mekanik duyarsızlıkta değil miydi?"