Evvelâ tarumar düşüncelerim ve hissettiklerim dışarıya çıkmak için ne zaman zorlasa göğsümü; ivedilikle kalemime sarılırdım. Bozuk el yazımla bu sarı sayfalara üç beş şey karalardım. Hayır el yazım kötü değil, bilakis ortaokulda “Kimin yazısı güzel?” sorusunun cevabına beni gösterirdi hep arkadaşlarım. Fakat o sayfalardaki bozukluk, hissettiklerimden ileri gelirdi. Yaz, yaz, yaz...

Daha hızlı, daha hızlı yaz. Kelimeler dört bir yana uçarlardı zihnimin odacıklarında. Heyecan karışırdı tüm söyleyeceklerime. Sanki vakit yokmuşçasına kulaç atardım zamana.

İlkokulda sevdiğim bir öğretmenimin verdiği günlük yazma ödevi ile tanışmıştım seninle. O günden sonra senelerce sürdürdüm yazmayı. Yapmayı bırakmak istemediğim sayılı şeylerden biri olduğunu fark ediyordum. Kelimelere sahipken mutluydum. Sırtımı onlara yaslardım daima.

Çalışma masamın en alt çekmecesinde muhafaza ederdim seni. Biten günlüklerimi ise anneannemin hediye ettiği sandığıma kaldırırdım. Aklıma estikçe açıp okurdum birini. Biten bir acıdan geriye kalan kırgınlıklarımı, ufak mutluluklarımı, hayallerimi, pes edişlerimi, isyanlarımı, ilhamlarımı, inkarlarımı görürdüm döşediğim o satırlarımda. Yeni bir ben ile, onlarla tekrar buluşurdum yıllar boyu bana tanıklık etmiş sayfalarında. Çünkü unutmaktan korkardım. Kim olduğumu, kimle olduğumu, yaptıklarımı, yaşadıklarımı, yaşattıklarını unutmaktan korkardım hep. Kaleme sarılışımın daha sonradan vakıf olduğum nedenlerinden biri de buydu: Beni ben yapan şeyleri unutma korkusu.

İnsanlar beni gördüklerinde “Neden günlük yazıyorsun?” diye sorarlardı. Bu tutkum benim ilacımdı, ziyadesiyle bir ihtiyaçtan öte geliyordu. Bir hastanın yatağında ilacını alırken ne kadar savunmasız ve şeffaf olduğunu düşün. Yazdıklarım, benim en savunmasız olduğum zamanlardı. Bizzat kendi kendimle istişare ederdim. Hislerimi çıplak bir şekilde dökerdim satırlarına. Kısıtlama ve baskının hiçbir türlüsünü içermeyen haliyle: Salt ve özgür. Benliğim o satır aralarında saklanırdı. Tüm çelişkilerim ile beraber, Ben’in “dil” kalıbına dökülmüş somut ve ilk nüshasıydı. Nasılsa onları okuyan bir başkası olmayacaktı. En gizli düşüncelerim seninle büyüyecekti yine. Onları orada besleyecektim peyderpey. Kelimelerim demek ben demekti, onlara ulaşmak demek benim özüme ulaşmaktı, bana tanıklık eden bir canlı örneği demekti. Peki ben bunu hiç istemiş miydim?

Artık özgür hissetmiyorum o denli, kendi içimdeki duvarlarıma çarpıyorum yazamadıkça. Sığamıyorum içime. Boğazımdaki kekremsi tat... Üzerini kalın yorganlarla örtmek istediğim yazma dürtüsü...Elim kaleme ne zaman gitse; mütemadiyen içime aynı korku, aynı tedirginlik sirayet ediyor. 


“Ya yine bir başkası okursa?” 


Bir günlük ile daha önce yolu kesişmeyen bir zata, bu tarifsiz acıyı anlatmanın ne kadar zor olduğuna şahit oldum. Akabinde anlıyor gibi yapıp acımı önemsemeyişlere, umursamazlıklara...


“Aman canım sen de! Ne olmuş yani! Dünyanın sonu mu?”


Unutmaktan korktuğumdan bahsetmiştim ya, şimdiyse unutmak istiyorum. Bir başkasının benim zayıflığımı görmüş olması gerçeği tahammülfersâ bir vaziyetten ibaret. Bunu en son yaşadığımda, bir şekilde tekrar barışmıştım seninle ancak tekerrürünü tahayyül bile etmemiştim. O kirli parmakların gözyaşı döktüğüm sayfalarında dolaşmış olması beni bitiriyor. Tüm kalelerimin fethedilmiş olmasına katlanamıyorum. Bu gerçeklikten sıyrılmak istiyorum. Yeniden güvenebilmek istiyorum. Sayfalarına tekrar sarılmak, yine sırtımı güvenli olduğunu düşündüğüm bir limana yaslamak istiyorum. 

Kafesimden çıkmak istiyorum.