Öncelikle kendimi tanıtmama izin verin. Öyle uzun bir şey olmayacak; sonuçta hayatımda çok ilginç olaylar yaşanmadı. 18 yaşındayım. Kendimi bildim bileli bir şekilde kitaplarla içli dışlı oldum. Hep bir şeyler yazma hayalim vardı bu yüzden. Çocukluğumda elime tutuşturulan La Fontaine’den Fabllar adlı eseri, odama vuran sokak lambasının ışığında okuyarak başladı bu serüven. Gündüzleri dışarıda gezerdim, oyun oynardım. Akşam olunca da yemek, televizyon derken okumayı unutuyordum. Fakat babamların adeta kanun hükmünde kararname gibi uyguladığı “Saat 9’da çocuklar uyur.” kararına uymayı bir türlü beceremezdim. Bu yüzden geceleri herkes beni uyudu sanarken kitap okumaya ve düşünmeye başlardım. En başta bu düşünceler basitti: La Fontaine’nin bir masalına giriveriyordum ya da sabah izlemeyi beklediğim çizgi filmin içinde buluyordum kendimi. Bunları çok bilinçli yaptığımı söyleyemem. Sonra kitaplar ciddileştikçe düşüncelerim de ciddileşti. Sonrasında ise pek bir şey olmadı. Fakir bir ailenin çocuğunun başına çok fazla şey gelmez, biliyorsunuz. İlkokul, ortaokul derken kendimi bir meslek lisesinde buldum. Buradan çıktığımda ise elimde okuduğum kitaplardan başka bir şey kalmamıştı. Sanırım etrafımdakilerin bütün çabasına rağmen Türk eğitim sisteminin bir dişlisi olamamıştım.

Bu serüvene nasıl başladığımı anlatmak daha münasip olacaktır diye düşünüyorum. Dediğim gibi lise bitmişti ve ben artık evde boş gezen biriydim. Okul yıllarımda insanları ikna ettiğim zekâm artık bana bir ayrıcalık sağlamıyordu. Okul bittikten iki hafta sonra, yine düşünmek yüzünden geç yattığım bir cumartesiyi pazara bağlayan geceyi geçirmiştim. O gün, neden meslek lisesinin kolumda bir bilezik olmadığını düşünüyordum. Etrafımdaki bütün yaşlılar böyle olacağını tahmin etmişti. Sanırım tahminlerinde göremedikleri şey, benim fakir bir aileden gelmemdi. Başarılı olma konusunda birkaç sıfır geriden başlamak zorundaydım hayata. Pazar sabahında ise alışık olmadığım bir şekilde birileri omzuma dokunuyordu. Gözümü açtığımda babamı gördüm. Babanız sizi uyandırıyorsa uyanmanız gerekir; unutmayın, o anneniz değil. Ben de kalktım. Uykumu tam alamamamın getirdiği surat asıklığı ile sofrada oturuyordum.

Babam, “Sana iş ayarladım.” diye söze girişti. “Öyle çok zor bir iş değil. Hem üniversite sınavına hazırlanabileceğin hem de boş durmayacağın bir iş. Aydın amcan yanına birini arıyormuş, geçen hafta söylediydi. Onu aradım dün. Eee, başlamak lazım bir yerden, ha?”

Bana söylendiğini patatese doğru çatalımı götürürken fark ettim. Doğru, evde iş sahibi olması gereken ve olmayan tek kişi bendim.

"Öyle olmuyor o işler, saygıdeğer babacığım. Üniversite sınavına hazırlanacaksam evde olmam gerek. Düşündüğünüz kadar da dahi biri değilim. Bırakın çalışmayayım, belki iyi bir üniversite kazanırım," demedim tabii. “Olur.” dedim. Hem Aydın amca iyidir; öyle çok zorlamaz sanırım beni, diye düşündüm.

O sabah kahvaltıdan sonra birlikte Aydın amcanın yanına gittik. Aydın amca, tam yaşını bilmesem de babam gibi ellilerinde bir adam. Evli ama hiç çocuğu olmamış. Beni hep bir mektup güvercini gibi kullanmıştır. Ne zaman görse “…’a selam söyle” diye mektuplar yollar. Ben ise onun bana yüklediği göreve hiç tam anlamıyla layık olamadım. B12 eksiği olan bir mektup güverciniydim; mektubu götürmem gerektiğini unuttuğum oluyordu. Ama o buna hiç aldırmadan mektup yollamaya devam etti. Bu sefer karşısında mektup güvercini olarak değil de hizaya getirilmesi gereken bir genç, işe ihtiyacı olan bir işsiz, hayatı bilmeyen bir çocuk ya da çay getirip boşları toplayacak bir eleman olarak bulunuyordum. Beni hangisi olarak gördüğüne emin değilim.

“İki çay getir bakalım,” dedi. Bana buyrulanı yapmak için içeri yöneldim; kahvenin içine bu sefer alıcı gözle baktım. Artık buradaydım nasıl olsa. Gelecek arkadaşlarımı hangi masaya oturtsam, hem onların yanında olup hem de kahveye bakarım, diye hızlıca bir hesaplama yaptım. Çayları doldurdum ve götürdüm. Çayı götürdüğümde, Aydın amcanın bana çay ısmarlamadığını fark ettim; sadece babam ve onun içindi çaylar. Sanırım buranın bir dişlisi olmadan çay içme hakkım yoktu. Oturduk ve bana ne iş yapılacağını anlattı. Sabahları kimse uğramadığı için saat 10’da açmak uygundu. Dükkânı açarken süpürmek gerekiyordu. Haftada bir camlar silinecekti. Bulaşık bırakılmayacaktı. Sabah saat 10 gibi ocak çalıştırılırsa öğle namazından önce ve sonra uğrayanlara çay yetişirdi. O arada işler bittikçe de dükkânda olduğum sürece istediğimi yapmak serbestti; ders çalışabilirdim. Bu pek umurumda olmasa da diğer kuralların yanında bunu da ezberledim. Akşam saat 11 gibi artık son müşteriler de gidiyordu. Şöyle bir temizlik ve bulaşıkları yıkadıktan sonra ben de çıkabilirdim. O sırada aklımda, kahvaltıyı evde yapmazsam saat kaçta uyumanın bana yeterli olacağını düşündüm. Sanırım saat 3 gibi yatsam yetecekti.

Ben bunun bir ceza olduğunu düşünmekle meşgulken Aydın amcanın bahsettiği öğle namazına gidecekler, kahvede bir çay içmek için gelmeye başlamışlardı. Sanırım camiye tek başına giderlerse başlarına bir şey geleceğinden korkuyorlardı. Yanlarında bir cemaat sürüklemek hep daha kolaydı. Onlara çay istedikçe ocağın yanında duran lavaboda boş bardaklar birikiyordu. Tam bu cümle kafamda yankılandığında, bunu yazmaya karar verdim. Evimizin çaprazında oturan Ayşe teyzenin “Bundan hiçbir şey olmaz.” kehanetini yanlış çıkarmak istiyordum. En azından kötü bir yazar olma kararı aldım. Mahalleliyle gerçekten tanışmaya başlamamın ve bunu yazmaya başlamamın hikayesi böyleydi. İkindi okunalı 20 dakika oldu. Tek başlarına dolaşmamayı görev bilen cemaat şimdi gelir. Şöyle bir masaları toplayayım. Fakat sonrasında daha anlatacağım çok şey var.